Atatürk’ün nüfus kağıdında yalnız doğum günü yazılıdır. Gün ve ay yoktur. Oysa rahmetli annesinin daima okuduğu Kur’an-ı Kerim’in kenarında, doğum gün ve saati yazılıydı. Nedeni şuydu:

En büyük Türk: ATATÜRK

Atatürk’ün nüfus kağıdında yalnız doğum günü yazılıdır. Gün ve ay yoktur. Oysa rahmetli annesinin daima okuduğu Kur’an-ı Kerim’in kenarında, doğum gün ve saati yazılıydı.
Ankara Belediyesine bir gün gidip nüfus kağıdı almak isterken bunu kendisine hatırlattılar.
“Sene yetişir. Bir gün gelir doğum günümü kutlamaya kalkarlar. Sonra padişahlara benzerim’’ dedi.
Atatürk kendisinin insan üstü bir varlık olduğunun söylenmesini, hiç hoş karşılamazdı.
Çocukluk arkadaşı Nuri Conker’in sert şakalarına gülmekle yetinir, herkesin önünde de tekrarlatırdı.
Bir gün sofrasındaki davetlilerden biri ‘’Paşam kim bilir çocukluğunuzda ne müstesna insandınız. Kim bilir ne harikulade hatıralarınız vardır.’’ deyince, Nuri Conker’i göstererek ‘’Nuri anlatsın’’ dedi. Conker her zamanki şakacı uslubu ile ’’Bakla tarlasında karga çobanlığı yapardı’’ karşılığını verdi. Soruyu soran zat, fena halde ürktü. Sorduğuna pişman oldu.‘’Aman efendim’’ diyecek oldu, Atatürk hemen sözünü kesti ve şunları söyledi:
“Bana insanlar üzerinde bir doğuş atfetmeğe kalkışmayınız. Doğuşumdaki tek fevkaladelik Türk olarak dünyaya gelmemdir.’’

Fethi Okyar anlatıyor:

1929 yılı 10 Ağustos günü, Paris Büyük Elçisi olan Fethi Okyar Büyükdere’deki yalısında, Cumhur Reisi için bir ziyafet düzenlemişti. Atatürk bu daveti geri çevirmedi. Cumhur Reisinin yalıda bulunduğunu duyan büyük bir halk kitlesi, onu görebilmek için yalının önünde toplanmıştı. O günlerde Atatürk’ün çok hasta olduğu, yataktan çıkamayacak bir durumda bulunduğu, halk arasında yayılmıştı. Atatürk toplanan kalabalığa hitap etmek ve bu rivayeti yalanlamak için, yalının balkonuna çıktı. O büyük kalabalığı selamladıktan sonra, şöyle konuştu:

‘’Benim için zahmet ediyorsunuz, mahcup oluyorum. Beni görmek demek behemehal yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız, bu benim için kafidir.’’

Halk coşmuş, etraf alkıştan inliyordu. Atatürk devam etti:
‘Ankara’dan buraya gelmeden önce duydum ki, hakkımda hastanededir, eli ayağı tutmuyor, ölüm mümkündür demişler. İşte karşınızdayım, elim, ayağım tutuyor. Gözlerinizle görüyorsunuz ki, sapa sağlamım, kuvvetim yerindedir. Siz bu akşam benim karşımda, milletin bir gölgesi, bir timsalisiniz. İşitiniz ve işittiriniz. Sizin için sıhhatini, ömrünü vazifeye hasseden adam sahnededir, sizin için çalışacaktır. O sizin için yaşıyor. Benim kuvvetim, size olan muhabbetim ve sizin de bana olan muhabbetinizdir. Bu millet, bu memleket dünyanın en makbul bir mevcudiyeti olacaktır. Ben bunu kendi gözlerimle görmeden ölmeyeceğim’’.

Şükrü Kaya anlatıyor:

6 Haziran 1938 sabahı, Savarona’ya gelen gazetecilerde şöyle bir ajans haberi vardı.
‘’Şükrü Kaya Atatürk’ün misafiri olarak Savarona’da bir müddet kalacaktır.’’
Hayret ettim ve çok üzüldüm. Bu haberin Ankara’da ve mecliste yanlış tefsir edileceğini biliyordum. Tebliğin nereden ve kimin tarafından verildiğini öğrenmesi için, Kalemi Mahsus Müdürünü ajansa gönderdim. Atatürk’ün uyandığını söylediler Yanına gittim. Beni gülerek kabul etti. ‘’Maşallah, artık bize resmi tebliğlerle misafir oluyorsun’’. Daha gazeteleri okumamıştı. Bu tebliği onun yazdırdığını hemen anladım. ‘’öyle emir buyurmuşsunuz’’ deyince ‘’Canım iki güne kadar doktorlar gelecek, tekrar muayene olacağım. Senin de bulunmanı istedim’’ dedi.
8 Haziran 1938’de Prof. Dr. Fiessenger geldi. Neşet Ömer, Nihat Reşat, Abravaya daha birçok doktorlarla beraber Atatürk’ü muayene ettiler.
Onlar raporlarını hazırlarken Atatürk beni çağırttı.
Ne diyorlar diye sordu.
‘’Bağırsak ve karaciğer rahatsızlığı. Perhiz, istirahat ve tedavi ile geçer diyorlar’’ diye cevap verdim. Yat, baştan kıçtan demirli, başı boğaz içine doğru, Dolmabahçe Sarayına müvazi duruyor. Boğazın poyrazı kamaraları serinletmiyordu.
Odanın havasını biraz soğutmak için dört köşesine leğenler içine buzlar konulmuştu. Atatürk onları gösterdi.
Şükrü Kaya dedi ‘’ Bak benim bağırsaklarım da leğenlerdeki buzlar gibi su içinde yüzüyor. Böyle insan yaşar mı?‘’
Cevap bekliyordu.
“Tabi yaşamaz ama, sizinki öyle değilmiş. Sonra galiba suyun alınmasına da karar verilmiş’’ dedim.
Atatürk Prof. Fiessenger’i akşam Florya köşküne götürmemi ve baş başa konuşmamızı istedi.
Ama o kadar doktor varken, benim konuşmamın manasını pek anlayamadım.
Sonuçta Dr. Fiessenger ile Florya köşkünde buluştuk.
Köşkte kimse olmayınca, Kılıç Ali’nin evine gittik.
Sohbet bittikten sonra aklıma takılan soruyu kendisine sordum. ‘’Doktor ben Dahiliye Vekiliyim ve Atatürk’ün partisinin de genel sekreteriyim. Şimdi sizden öğrenmek isterim. Atatürk bu hastalıktan ölür mü?’’.
Profesör hüzünlü ve ciddi bir tavır aldı “Atatürk tıbbın müdahalesi ve tabiatın yardımı ile daha iki sene yaşayabilir. Fakat şimdi yata döneriz, Atatürk’ü bağırsak veya beyin kanamasından ölmüş bulabiliriz. Cumhuriyetinizin selameti için, şimdiden gerekli tedbirleri alınız’’ karşılığını verdi.
Ertesi sabah Atatürk’ü gördüğüm vakit, bana doktorla görüşüp görüşmediğimi sordu. ‘’Her şeyi, ama her şeyi görüştünüz mü’’ dedi.
Tasdikim üzerine ‘’Anladın ya. Sen artık Ankara’ya dön, işlerinle meşgul ol’’ dedi. Başka da bir şey söylemedi.

Falih Rıfkı Atay anlatıyor:

Çankaya’da gurup vardı.. Güneş ufkun üzerinde artık kızarıyordu. Atatürk bizim elimizden, yirminci asrın en büyük milli kahramanı milletinin elinden, bir büyük deha insanlığın elinden gidiyordu. Atatürk sonsuz ölüm ülkesinin eşiğinde idi.
Onun bir dönülmez yolda, bizden uzaklaştığını yana-yana anlıyorduk. Fırtınadan sonraki deniz gibi, bitkin ve yorgundu. Şevk onun bahçesine son yapraklarını dökmüştü.
Daha 10 yıl önce en güzel tanrılardan daha güzel, Omiros’un kahramanlarından daha destankari, altın saçlı, çevik ve kıvrak , 10 yıl önce 43 yaşındaki gencin hatırası, bir asırlık uzak bir hayale dönmüştü. Ankara istasyonunda son defa selamlamaya gittik.
Güneyden gelen trenden indi, garın salonuna kadar güçlükle geldi. Ayakta duramayarak oturdu. Yanımda bulunan Şükrü Saraçoğlu ‘’Falih, Atatürk’ün derisinin rengine bak.. Bu bir ölü rengi’’ dedi. Son acı hasretlerinden biri, iyi olursa bir yaylaya gitmek, orada serin kaynak suları ve süt içmek özlemesi olmuştu.
İkincisi de orduyu ve halkı Cumhuriyetin 15.’nci Yıldönümü töreninde bir defa daha görmekti.
Şeref tribündeki asansör bunun için yapılmıştı.
Anadolu yaylalarındaki koyunların çan sesleri kulağında, çelik miğfer başlıklı askerlerinin ve önlerinden geçtiğinde çılgınca alkış tutan halkının hayali gözlerinde, bir vatan ve millet kurtarıcısı, en hazin bir gurbet yalnızlığı içinde gözlerini kapadı.

Senden önce ölmek, ne bahtiyarlıkmış…

Cemil Özyıldırım