Simavi’den Özal’a sürmanşetten basın tokadı. Basının gücü böyle bir şeydi! Cemil Özyıldırım’ın yazısını okumadan bugünleri anlayamazsınız. Bir medya patronu şimdi bir Başbakana böyle bir mektup yazsa gör başına neler neler gelir

Mektubun tamamı da var

Simavi’den Özal’a
bir basın tokadı

Çocukken hayali pilot olmaktı. Ancak eşekten düşüp kırılan sol kolu kısa kalınca, bu hayalini gerçekleştiremedi. 1983’te 400 kişilik parlamentoda 211 vekil çıkararak iktidara geldi. 45 ve 46.’ıncı dönem hükümetinin başıydı. Siyasi hayatında ilginç ve tartışılan söylemleri ile hem şaşırtıyor, hem de tartışılıyordu.
Örneğin vaat edilen memur maaşlarının yetmediğini söyleyen gazetecilere, ‘’Benim memurum işini bilir’’ diye cevap verdi.
O dönemin modası ve zenginlik işareti olan kürk mantodan verginin kaldırılmasını ‘’Ben zenginleri severim’’ diye açıkladı. Siyasi hayatında protokolü hiç önemsemedi.
Okluk koyunda tatilde iken, kendisini selamlayan askeri birliği, şort ve terlikle selamlayıp denetledi.
1997’de Aydın Doğan ile ziyaretine gelen Anavatan Partisi Genel Başkanı Mesut Yılmaz’ı, çizgili pijama ve terlikle karşıladı.
’’Seçimden önce zam yapacak kadar enayi miyim?’’ diyordu. İktidarı eleştiren Erdal İnönü’ye ‘’Sen bunları küçük Turgut’a anlat’’ diyecek kadar siyasi bir dile de sahipti.
‘’Devlet millet içindir, millet devlet için değildir’’
söylemi ona aitti.
Kendi memleketi Malatya mitinginde “Welcome Malatya”, “Great Özal” şeklindeki İngilizce pankartla karşılanan ilk liderdi

Basın düşmanlığı !..

Turgut Özal’ın 1979’da Başbakanlık Müsteşarı ve Devlet Planlama Teşkilatı’nda (DPT) Müsteşar Vekili olarak çalıştığı dönemde, sağlık sorunları ortaya çıkmıştı. Geçirdiği kalp krizi nedeni ile Hacettepe Hastanesinde bir süre tedavi oldu. Taburcu olduktan sonra Paris’te borç erteleme toplantısına katıldı.
Oradan ABD’ye geçti ve Cleveland hastanesinde muayene edildi. Kroner damarlarında tıkanıklık vardı. By Pass olması gerekiyordu.
Ancak karar veremedi ve tekrar Türkiye’ye döndü.
Başbakan olduktan sonra, 1987 yılında tekrar ABD’ye gitti. 10 Şubat 1987’de Methodist Hastanesinde ameliyat masasına yattı. Ameliyatı Prof. Dr. Michael Debakey yaptı.
Tıkanan damarları değiştirildi ve 33 gün aynı hastanede kaldı. 14 Mart 1987’de taburcu oldu.

Turgut Özal’ı bu kadarla anlatmak, elbette özetin özeti idi.
Dönemin entelektüelleri, onun devlet resmiyeti ve ciddiyetini boş vermesine, hatta reddetmesine karşıydı.
Ama her şeye rağmen 1989’da bu defa Çankaya köşkünde idi.
Başbakan iken ne ise, Köşkte de aynı idi.
Basına takmıştı. “Bu ülkeye 2,5 gazete yeter’’ diyordu.
Bu 2,5 gazeteden ikisi Hürriyet ve Milliyet, buçuğu da Cumhuriyet idi.
Kendisine basın yolu ile yöneltilen ağır eleştirilere, 8 yıl kağıda üst üste zam yaparak karşılık verdi.
24 Ocak 1980’de 10 bin 750 lira olan kağıdın tonu, 8 yılda 859 bin liraya yükseldi.
Turgut Özal ile basın ilişkilerinin gerginleşmesinde etkili olan bir diğer uygulama ise, devlet tarafından basına uygulanan doğrudan teşviklerin kaldırılmasına yönelik yasal düzenlemelerdi.
Teşviklerin kalkması, devletin basın kuruluşlarına verdiği ilan ve reklamlarda kısıntıya gitmesi, pek çok basın kuruluşunu ekonomik açıdan zora soktu.
Bu da yetmedi. Özal’ın İngiltere’nin zengin iş adamlarından Polly Peck şirketinin sahibi Asil Nadir’i Türkiye’ye davet etmesi, bardağı taşıran son damla oldu.
Özal’ın amacı, zengin iş adamını basın sektörüne sokmak, hiç memnun olmadığı basını kendine göre düzenlemekti. Asil Nadir basında yıkıcı bir rüzgar estirdi.
Nadir önce Veb-Ofset, Günaydın, Tan, Nokta dergisini, Güneş ve Ankara’da Ulus gazetesini, daha sonra Kocaeli, Adana, Konya’ya kadar uzanarak, bazı yerel gazeteleri de satın aldı.
Gözünü Erol Simavi’nin gazetesi Hürriyet’e dikmişti.
Nadir’in bu niyeti Özal’ın Harbiye Orduevi’de, gazete sahiplerine 8 Mart 1989 tarihinde verdiği yemekte ortaya çıktı.
Ancak Asil Nadir’in çağrılmadığı sanılan bu davete, yemeğin ortasında masadakileri selamlayıp içeri girmesi, herkesi şaşkına çevirdi.
Yemekte Erol Simavi’nin yanında, Oktay Ekşi, Çetin Emeç ile diğer gazete sahipleri ve temsilcileri vardı.
Turgut Özal’ın düşündüğü plan işliyordu.
Erol Simavi’nin Nadir’e ‘’Hürriyet’i de almak istiyormuşsun’’ sorusu ile başlayan karşılıklı konuşma, daha sonra sert bir tartışmaya dönüştü.
Özal hiç ses çıkarmıyor, tartışmaya karışmıyordu.
Erol Simavi Özal’a dönerek ‘’Yalnız ben bu adama satarsam 12 sıfırlı isterim. Sen de aracılık yap Turgut Bey. Sana da yüzde 10 komisyon verelim. Malum seçim yaklaşıyor. Paraya ihtiyacın vardır” dedi.
Yüzü kıpkırmızı olan Özal, hıncını sonraki günlerde yapılan çok yüksek kağıt zammı ile alacaktı..

Simavi mektubu neden yazdı?..

Özal’ın İngiltere’den getirdiği Asil Nadir’i, basının içine bir kurt gibi sokması, kağıda üst üste yaptırdığı zamlar, basına verilen doğrudan teşviklerin kaldırılması, ‘’Basın yalan yazıyor’’ söylemini yaygınlaştırması, ‘’Özal dün gece beni aradı’’ diyen yandaş gazetecilerin türemesi, gazete sahiplerinin sesini kısması, Hürriyet Gazetesi sahibi Erol Simavi’yi harekete geçirdi.
Gazetesinde Özal için yazdığı ‘’Sayın Başbakan’’ başlıklı mektubu ile basın tarihine silinmeyecek bir not düştü.
Bu mektup, bir gazete patronunun haykırışı, hiçbir siyasi dönemde görülmemiş cesur bir gazeteci tepkisi idi.
8 Haziran 2015’de yurt dışında vefat eden,10 Haziran’da da Kanlıca mezarlığında toprağa verilen Erol Simavi’yi, mezarı başında bir kez daha rahmetle anmak için sanal alemde yapılan çağrıya, rahmetli Çetin Emeç’in kız kardeşi değerli gazeteci Leyla Tavşanoğlu’nun ‘’Açık bir mektupla Özal’ı sert bir şekilde yerle-yeksan eden gerçek bir gazeteci ve gazete patronu’’ şeklindeki mesajı, bu yazının yazılmasına neden oldu.
Bugün düşünüldüğünde, ‘’Havuz medyasında yüzen iş adamları arasında, böyle bir cesareti gösterecek, Erol Simavi gibi bir babayiğit ve gerçek bir gazeteci var mı?’’ diye düşünmek, düşünce sınırları dışında kalıyor.
İşte rahmetli Erol Simavi’nın Özal’a yazdığı o mektup:

Sayın Başbakan

Zat-ı alinizi ve politikanızı, gazetemde gün oldu eleştirdik, gün oldu alkışladık.
Ama, şahsınıza olan yakınlığımızı, hep koruduk.
Bu duygumuzu, karşı karşıya geldiğimiz zamanlarda, sanırım siz de hissetmişsinizdir. Sevdiğimiz, beğendiğimiz, umut bağladığımız kişiydiniz.
Çizdiğiniz hedefler ve uygulamayı vaat ettiğiniz politika, bizlere de sıcak gelmişti. Şimdi, bugünlerden o günlere uzanıp bakıyorum. İtiraf edeyim, sizi artık tanıyamıyorum. Hele şu sıra..
Başımı ellerimin arasına alıp sebebini düşündüğüm çok oldu. Ama bulamadım, bulamadım, bulamadım. Sonra, dündü. Beynimde bir kıvılcım çaktı. “Acaba mı?.” dedim. Ve, oturup bu satırları yazdım.
Bir akrabam var. Türkiye’nin sayılı zenginlerinden. Kalbinden rahatsızdı. Yıllar önce Houston’da “by-pass” geçirdi. Belki bu konuda bizim duayenlerdendir. Döndüğünde turp gibiydi. Kendisinden çok genç olan bizleri, öteki diyara uğurlayacak kadar da sağlıklı.
Bir gün, hep koruduğumuz karşılıklı sevgi-saygı ilişkisi, incir çekirdeği doldurmaz bir olay yüzünden bozuluverdi.
Hiç yoktan, aramızda tartışma çıktı. Baktım, tanınmaz halde.
O efendi adam gitmiş, yerine bir mahalle kabadayısı gelmiş.
Tükürük ve sövgü saçan ağzını, külhanbeyi tavırlarını, şimdi bile utancın ısısı yüzüme vurarak hatırlarım.
Onun da sebebini, ertesi gün, bir sonraki gün, çok düşündüm. Yine bulamadım.
Bir akrabam daha vardı. Teyzezadem.
Büyük hekim, iyi insan rahmetli Profesör Cihat Abaoğlu.
Olayın şoku hâlâ üzerimde ona sordum. Güldü.  “Sen de gül” dedi ve anlattı:

“By-Pass ameliyatında, bir ara kalp durdurulur ya. O sıra, beyine 15-20 saniyelik bir oksijen akımı kesintisi olur ya. İşte ondandır. Herkeste, değişik izler bırakır.”
“Ama, işini mükemmel götürüyor. Vereceğini akıllıca dengeleyip, alacağına şahin gibi saldırıyor” diyecek oldum. Yine güldü, yine anlattı:
“Sayıların merkezi beyinciktir. Ona bir şey olmaz”..
Bir büyük işadamının oğlu var. O da by-pass’lı. İşinde iyi. Eskiden kırıcıydı.
Şimdi duyuyorum, katmerlenmiş. Hayli zayıf olan insan ilişkileri, neredeyse sıfır noktasına inmiş.
Düşündükçe; başka by-pass’lı aşina yüzler aklıma geldi.
Ameliyatın etkisi, onların başka taraflarına vurmuştu.
Mesela biri, kırk yıllık hanımefendi eşini defterden silmiş, torunu yaşındakileri kovalamaya başlamıştı.
Yakın bir akrabam var. Şimdi seksenine hayli yakın.
Dört, beş yıl önce, o da aynı dertten neşter altına yattı.
Bakıyorum, akşamüstü olmuyor mu, genç kız kafeteryalarının baş müşterisi.
Ben 58 yaşındayım. Bir mütaahhit tanırım. En az sekiz, dokuz yaş büyüğümdür. Onun da kalp damarları revizyonlu. Bir ara, her gördüğümde “Bugün yine, beş hatunla beraberdim” derdi.
Sonra- sonra, yorgunluk belirtileri göstermeye başladı. Şimdilerde, günde üç kadından söz ediyor!.

Sayın Başbakanım

Yine “aynı kalp yolundan” geçmiş bir ünlü zenginimizi hatırlayın. Onun dünden, bugüne girdiği kılıkları, kendisine yakıştırdığı tavırları, birlikte çalıştığınız ya da çalışmadığınız zamanlarda, siz kendisine kondurabilir miydiniz?. Bunlar; iki soluk arasında hatırlayabildiğim örnekler.
Ama, tesbih taneleri gibi, art arda sıralanmış gerçekler.
Hep görmemezlikten gelinen, hep de örtbas edilmek istenen bir olguyu doğruluyor. “By-pass” dedikleri cerrahi işlemin, kişilik üzerinde mutlaka bir iz bıraktığı. Ama şöyle, ama böyle. Ama şuraya, ama buraya.

Sayın Başbakanım

Gelelim yine şahsınıza. Sizde uyandırdığı etkiyi, iki kelimeyle özetleyebilirim: “Basından nefret’’.
Sağlık seferinizden dönüş gününden beri, bizleri köşeye sıkıştırma çırpınışı içindesiniz. El hak başarıyorsunuz da. Yetinmiyorsunuz, daha-daha-daha, sıkıştırmayı düşlüyorsunuz. Siz şu by-pass gerçeğini yaşıyorsunuz.
Ama, bir başka gerçeği unutuyorsunuz.
Dev bir çomar olup mini-mini bir tekirin üzerine hamle etseniz bile, onun can havliyle atılıp yüzünüzü, gözünüzü tırmalayacağını.
Elbette ki ne siz o yaratıksınız, ne de bizler öteki.
Ama, üzerine basa-basa söylüyorum: Bizler hancıyız. Sizler öyle de, böyle de, yolcu.
Bazı akşamlar, televizyonumun penceresinden, sizinle yüz yüze geliyorum.
“Basınla konuşma” yapacağınız gün bakıyorum da, sizi o tartıştığım yakın akrabama benzetiyorum.
Avaz avaz haykırıyorsunuz. Kelimeleri, dudaklarınızdan hem püskürtüyor, hem de adeta çevreye saçıyorsunuz. “Basın yalan yazıyor.” Sonra daha “Asparagas’lar. Uydurmuşlar. İşletmişler.” Bunlar, zat-ı alinizin bizlere attığınız taşlar. Kulaklarımızı hep bu tek taşlarınızla çınlatıyorsunuz. Ben de işte asıl o zaman, isyan ediyorum.

Hayır Sayın Başbakanım!. Basın, yalan yazmıyor. Türkiye’de de yazmıyor, dünyada da yazmıyor.
Arada gözden kaçıyor, ya da sizin kurduğunuz türde, bilgi vermemeyi bayrak edinmiş iktidarlar çıkıyor. Kovalanan haber için danışsanız da, ağzını sanki kilitliyor. O zaman gazeteci ne yapsın?. Hataya düşüyor. Masa başında haber üreten, hiç mi gazete türü yoktur?. Elbette vardır.
Dünya haritasını açın, gözünüzü kapayıp parmağınızı gelişi güzel bir noktaya basın. Orada da vardır, burada da olabilir. Ama onlar, bulvar tipi gazetelerdir. “Hayali haber” üretirler.
Nasıl derseniz, tıpkı sizin “hayali ihracatınız” gibi.
Ben Hürriyet’te 40 yıldır sorumluluk taşıyorum.
Meslek kıdemime gelince, o azıcık eskidir: 44-45 yıl. Şimdi bu sütunda, şerefimi de ortaya koyarak ve yazdığım satırların da altını çizerek söylüyorum: Bizlerin arasında, bırakınız yalan haberi, yanlış habere bile tahammül gösterecek meslektaşım yoktur.

Sayın Başbakanım.

Kabul ediyorum. “Devr-i Şahaneniz”de basın sevilmiyor. Gazetelerimizin kamuoyunda, cana yakın bir görüntü taşıdıklarını da sanmıyorum. Sizin de olayı, içinizin yağları eriyerek körükleyişinize, her gün tanık oluyorum. Oysa baş-başa konuşup fikir alışverişinde bulunduğumuz günler, az değildir.
Yanımda çoğu zaman, Genel Koordinatörümüz Çetin Emeç de hazır bulunmuştur. Nice sırrınızı bize açmıştınız. Hepsini, kutsal bir gizlilik içinde korumaya ikimizin de özen gösterdiğini, herhalde teslim edersiniz. Ama, hep titizlendiğimiz bu kuralı, şimdi ben bozmak istiyorum.
Hatırlarsınız Davos’ta idik. Sizden, başını dertte gördüğüm bir meslek mensubumuz için, ricacı olmuştum. Ödeme sorunları vardı. Makul bir erteleme, ona soluk aldırabilecekti. Aracılık görevimi yerine getirirken, bir noktayı ayrıca belirtmiştim. “Ben, arkadaşımdan çok, bini aşkın çalışanını düşünüyorum. O, evini, arsasını, olmadı tesisini satar, kendisini kurtarır. Ya ötekiler?. Onlar sokakta kalır. Beni asıl kaygılandıran, çalışanlardır.”

Hafiften bir yan tebessümle bileceksiniz, ne demiştiniz?.
“Valla Erol Bey bugün iki buçuk milyon işsiz var. Piyasadan bin küsur gazeteci çekilmiş, hiç de fena olmaz.”
Bu sözlerinizi herhalde hatırlarsınız da, benim de karşınızda ağzımın açık kaldığını, acaba hatırlayabilir misiniz? Donmuştum. Onca umudum, biraz da o gün, umutsuzluk çukurlarına gömülecekti.
Sonra-sonra, düşünüp kurdukça çıktı.
Bu ne kişiliksiz düzendir ki, parmağınızın bir işaretiyle, pazar günü olmasına rağmen savcılar çalışır, gazete toplatır. Bu ne onurdan yoksun devlet kuruluşlarıdır ki, yine bir göz kırpmanızla kâğıdımıza katmerli zammı bindirir.
Yine pazar olmasına ve saatlerin akşam karanlığında hayli yol almasına rağmen.

Evet Sayın Başbakanım. Gelelim, netice-i kelama. Montesquieu “Kuvvetler Ayrılığı” sistemini getirirken, üçlü bir düzen düşünmüştü. Yasama, Yürütme, Yargı. Zat-ı devletiniz, bu ilkeyi tekliye dönüştürdünüz. Şimdi varsa da, yoksa da “Özal”.
Anayasa’yı bile ama bir kez, ama on kez, ihlal etmekte beis görmeyen, siz değil misiniz ?. Bilirsiniz Devlet organları arasında yer almasa da, azıcık fantezi, aslında bir gerçeğin ifadesi olarak Basını da “Kuvvetler” arasına katarlar.
Ona da bir numara yakıştırırlar. “Dördüncü kuvvet!”.
Ben de şimdi sizin ilhamınızla, yeni bir “Kuvvetler ayrılığı” ilkesi getiriyorum.
Demokrasiye ve demokratik düzenin kutsallığına olan sarsılmaz inancımın da ışığında, Benim kuvvetler ayrılığı kitabım, Türkiye’de birinci kuvvet faslına, bilir misiniz ne yazar? Basın.
Ya ikinci? Buyurun, kalemimi zat-ı aliniz teslim alın.
Aklınızdan ve gönlünüzden ne geçiyorsa, varın oracığa onu yazın.

Saygılarımla.

x

Özköşk telaşta

Erol Simavi’nin bu mektubu yazdığı dönemde Hürriyet’in Ankara temsilcisi Ertuğrul Özkök idi. Simavi’nin mektubu üzerine korku ve paniğe kapıldı. Zira Turgut Özal’a en yakın bilinen bir gazeteci idi. Bu nedenle meslektaşları onun ‘’Özkök’’ soyadını ‘’Özköşk’’e çevirmişti Erol Simavi gazeteyi Aydın Doğan’a satıp basın hayatından çekildikten sonra Hürriyet gazetesinin başına geçti.
Doğan Medya döneminde “Ben gazeteci değilim beyler, ben cambazım cambaz. Ben elindeki altı topu havaya fırlatıp yere düşürmeyen jonglörüm. Ben patronu, damadını ve kızlarını idare eden bir cambazım.” diyordu.
Simavi’nin mektubu konusunda ise şunları söylüyordu:

‘’Yazıyla hiç mutabık değildim. Yazıya hem Hürriyet okurlarından, hem de Özal’a kızan çevrelerden çok büyük destek geldi. Ama ben Ankara temsilcisi olarak çok mutsuzdum ve Özal’la bütün ilişkilerimin koptuğuna inanıyordum. O akşam saat 23.00 sularında evimin telefonu çaldı. “Başbakanlık Konutu’ndan” aranıyordum..
Özal, “Ne yapıyorsun” diye sordu.
“Çok üzgünüm Sayın Başbakan, bunun olmasını hiç istemezdim” dedim.
“Boş ver, sen şimdi beni dinle” dedi ve arkasından beni hayretler içinde bırakan şu sözleri söyledi:
“Sen şimdi gazetenin tepesindeki bu yazıya bakıp, Başbakan Hürriyet’i sildi, artık benim telefonuma bile çıkmaz diye düşünürsün. Hayır.
Hürriyet ve sen başkasın, İstanbul’daki o iblisle, Zürih’teki o iblis başka.
Bana her gün telefon edeceksin ve ben de her gün senin telefonuna çıkacağım’’

NOT:

“Matbuat hiçbir sebeple tahakküm ve nüfuza tabi tutulamaz”
M. Kemal Atatürk(1923)

Cemil Özyıldırım