Mutluluğun tarifi: Mutluluk pantolona işemek gibidir, ıslaklığı herkes görür ama sıcaklığı yalnız sen hissedersin

İşte, Mutluluğun tarifi.. Freud’dan..
‘Mutluluk pantolona işemek gibidir, ıslaklığı herkes görür ama sıcaklığı yalnız sen hissedersin..’

Simund Freud

Sigmund Freud, psikanaliz öğretisini geliştirmiş olan Avusturyalı nörolog.

Kişiliğin 5 farklı dönemden geçerek geliştiğini öne süren Psikanalitik kuramın kurucusudur.

 

1859’da Darwin’in Türlerin Kökeni adlı kitabı yayınlandığında, Freud henüz üç yaşındaydı. İkisi de 20. yüzyılda batıyı etkileyen yeni bilimsel anlayışa ivme kazandırmada tüm diğer bilim adamlarından daha etkiliydiler. İnsan diğer varlıklardan üstün görülmesi nedeniyle, 1850’li yıllara varıncaya kadar bilimsel araştırmanın objesi olarak görülmedi. Fakat Freud ve Darwin, insanı doğal araştırmanın objesi olması gereken bir “tür” olarak gördüler ve onu bilimsel metotlarla incelediler. Onların araştırmaları, bilim adamlarının anlayışlarını değiştirecek kadar etkili oldu.

Freud-1-300×450

Kişiliğin doğası üzerine bir teori olan ve belirli hastalıkların tedavisinde yöntem olarak kullanılmaya başlayan psikanaliz, bilim adamlarının yönelimlerini etkiledi. Bu alandaki çoğu çalışma, din üzerinde gerçekleştirildi. Bizzat Freud, din üzerine kitap ve makaleler yazdı. Böylece ondan sonra gelenlerin de dinden bahsetmeleri kaçınılmaz oldu.

Psikanalizi iki döneme ayıran Hollandalı bir otorite olan Heije Faber’e göre ilk dönem, Freud ve Jung’un ölümüyle son bulmuştur. Bunlar dinin kişilik gelişimi bağlamında incelenmesine açık kapı bıraktılar ve kendilerinden sonrakilere örnek olacak çalışmalar yaptılar. İkinci dönem, psikanalizin yeni oluşum dönemidir. Bu dönem, Freud ve Jung henüz hayatta iken başladı. Her ne kadar psikanaliz bu evrede kargaşa ve kopukluklar yaşasa da, zamanla kendi tarzını yakaladı ve klinik psikolojiye olan ilgi arttı.

Sigmund Freud:

Bir yanılsama olarak din

Freud (1856-1939, uzun yıllar yaşayacağı ve profesyonel hayatını sürdüreceği Viyana’da tıp eğitimi gördü. Bilimsel anlamda henüz nevrozlu hastalıklar bilinmezken, bu hastalıkların tedavisiyle uğraştı. Özellikle kadın histerisi konusunda deneyim kazanan Freud, bu tür hastalara serbest konuşma tekniği yoluyla yardım edebileceğini keşfetti. Boşalma/arınma (catharsis) esnasında belirli bağlantı ve motivasyonlar sistematik bir biçimde bilinç düzeyine çıkmaktaydı.

Psikanaliz, boşalma/arınma tekniğini kullanan, bilinçdışı alandaki bilgileri bilinç düzeyine ulaştıran bir teknik olarak ortaya çıktı. Freud, histeri ve benzeri hastalıkların tedavisinde hipnoz, serbest çağrışım ve rüya tahlil yöntemlerini kullandı. 1880’den ölümüne kadar (1939) psikanalizi geliştirdi.

Freud’un kişilik teorisi

Psikanaliz başlangıçta bir kişilik teorisi olarak değil, bir tedavi yöntemi olarak ortaya çıktı. Fakat zamanla tedavi yöntemlerini belirli ölçülere kavuşturma girişimleri, psikanalitik kişilik teorisinin ortaya çıkmasını sağladı. Freud geliştirdiği yöntemlerin nasıl ve niçin etkin olduğunu anlama çabasıyla terapik süreçlere yönelik teorik temeller de üretti. Böylece hem sözü edilen teknikler hem de teorik temel, psikanalizi ortaya çıkardı.

Freud’un öldüğü yıl yeni-Freudyen analizlerin uygulamaları üzerine araştırmalar yapan Karen Horney, Freud çalışmalarında önemli olan ve psikanalize miras kalan birbiriyle ilişkili üç fikir gündeme getirdi.

Fikirlerden birincisi, davranış ve duyumlar, bilinçdışı motivasyonlarca belirlenebilir. Freud’un bu düşüncesine göre davranış, hem kolay anlaşılabilecek yüzeysel bir anlama, hem de bilinçdışında gizli olan derin bir anlama sahiptir. Davranışın sahip olduğu bu gizli anlam yüzeysel anlam kadar önemlidir ve bireysel tecrübenin bir davranış kalıbı ve tutarlılık oluşturmasında daha belirleyicidir. Örneğin basit bir dil sürçmesini bu temel psikanalitik bakış açısıyla değerlendirelim. Bir insan ses benzerliği, yorgunluk veya konsantrasyon eksikliği sebebiyle yanlış sözcük kullanabilir. Konuşan kişi, dil sürçmesini bilinç düzeyinde ‘ben aslında şunu kastetmiştim’ sözüyle açıklamaya çalışır. Psikanalitik açıdan ise dil sürçmesi, bilinçdışı öğelerin bilinç alanına çıkmasına bir vesiledir. Davranışa bağlı olan ve daha dinamik anlam taşıyan kişisel çağrışımlar, büyük oranda bilinçten gizli kalır. Dil sürçmesi gerçekte bir kaza değildir. O hem bilinç hem de bilinçdışı özellikler taşıyan, kişiliğin ortaya çıkmasını sağlayan bir işleve iyedir; yersiz ve gelişigüzel ortaya çıkan anlık bir davranış, temelde gelişme süreçleri içerisinde biriken ve büyük oranda bilinçdışı alana ait olan anlamların sembolüdür. Dolayısıyla, bir davranışın açık anlamının yanı sıra gizli bir anlam da taşıdığı öngörüsü Freudyen analiz tekniğinin vazgeçilmezidir.

İkinci temel ilkeye göre psişik süreçler kesinlikle belirlenmiştir. Hiçbir psişik davranış geçici değildir. Psişik davranış, kendi formunu ve enerjisini belirleyen öncüllere sahiptir. Bir davranışı anlamak, söz konusu davranışa mevcut anlamını kazandıran önceki davranışla ilgili soruları da gündeme getirir. Dolayısıyla, psikanalizin yüzü geçmişe dönüktür ve çocukluğun ilk evrelerindeki davranış biçimleri, sonraki evrelerde ortaya çıkacak davranış kalıplarının belirlenmesinde önemlidir.

Üçüncüsü, Freud motivasyonlarımızın duygusal kuvvetler olduğu sonucuna varmıştır. Freud’a göre dürtüler kişiliğin içgüdüsel, itici ve kararlı dinamikleridir; bunlar bazen makul, bazen de makul olmayan yollarla tatmin edilmek ister. Davranışlarımız genelde kişiliğin doğal hali olan libido ile onu kontrol altında tutmak isteyen sosyal baskılar arasındaki çatışmaların bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır.

Freud insanların dinamik olan ve çoğu zaman da bilinçsizce kontrol altında tutulan davranışları nasıl idare edeceklerini gösteren teknikler geliştirmeye çalıştı. Davranışların anlaşılmasına yönelik teorik bir çerçeve ortaya koydu. Freud’un teorik sisteminde yer alan bazı kavramları ele almadan da onun din ile ilgili görüşlerini anlamak mümkün değildir.

Freud, kişiliği id, ego ve süper-ego’dan oluşan ve birbiriyle etkileşim halinde olan bir sistem olarak gördü. İd, kişiliği oluşturan doğal yapıdır; engellenemeyen ve dışavuruma yönelen bir tür ilk enerjidir. İd, dürtüsel, irrasyonel ve asosyaldir; kendini düşünür ve zevk peşindedir. Bununla birlikte id, her zaman kendi akışında olmayabilir. İsteklerinin önüne engeller çıkabilir veya kontrolsüz dışavurumlar daha fazla sıkıntı yaratabilir. Bu yüzden gerilim ve acı tehdidi içeren gerçek ilişkiler dünyası, “id”in dışavurumuna engel olur ve onun istekleriyle toplumun standartlarını uzlaştırmaya çalışır. Zevke engel olan ve tatmine ulaşan örüntüler içerisinde uyum isteyen gerçeklik, dinin ortaya çıkmasında önemli bir gelişmedir. Bu durumda iki psikolojik kontrol sistemi olan ego ve süper-ego devreye girer. Bunlar idin kontrolsüz dışavurumlarına engel olmak veya en azından gerilim ve acının tehdidini azaltmak için onu kontrol etmeyi hedefler. Yani ego, dinamik erteleme süreçleri ve yeni örüntüler vasıtasıyla gerçek dünyada kişinin hayatta kalmasını temin etmek için “id”in ihtiyaçlarını yeterli seviyede tatmin eder. Süper-ego, bu süreçte kişilikte ya ideal hedeflere (ego-ideal) ya da sosyal standartlara (vicdana) öncelik tanıyarak bir ahlâk gözcüsü gibi davranır. Bütün bu sistemler bilinçsiz bir halde işler ve bunlar asıl hallerini gizleyerek ortaya çıkarlar. Rüyalar, espriler ve dil sürçmeleri, id, ego ve süper-egonun etkinliğini ortaya çıkarmada yardımcı olur.

Sigmund-Freud-1

Freud’un dine bakışı

Freud, dini –özellikle tanrı fikrinin psikolojik temellerini- kişilik teorisi çerçevesinde yorumladı. Dini bazen saplantı (obsesyon); bazen bebeklik arzularının tatmini, bazen de yanılsama olarak değerlendirdi.

Freud’a göre din, kişiliğin gelişimi esnasında ortaya çıkan herhangi bir diğer davranış kalıbı gibi dinamik bir süreç olarak görülmeliydi. Din ile ilgili önemli sorular, Tanrı’nın var olup olmadığıyla alâkalı değil, aksine dinin psikolojik yönüyle alâkalı sorulardı.

“Psikanaliz, bize baba kompleksi ile Tanrı inancı arasındaki yakın bağlantıyı öğretti. Bize Tanrı’nın yüceltilmiş babadan başka bir şey olmadığını ve birçok gencin babalarının otoritesinden kurtulur kurtulmaz dinî inançlarını kaybettiklerini gösterdi. Onun sayesinde din ihtiyacının köklerinin çocuklukta yaşanan komplekslere (Oedipus ve Elektra) dayandığını öğrendik. Artık psikanaliz sayesinde anlıyoruz ki, Tanrı ve doğa ana imajları, çocuklukta tecrübe edilen baba ve anne imgelerinin yüceltilerek tekrar canlandırılmasından başka bir şey değildir.”

Freud bu satırları 1910 yılında, daha dinî konu alan temel kitabını kaleme almadan önce yazmıştır. Freud din üzerine 1913’te Totem ve Tabu; 1927’de Bir İllüzyonun Geleceği, 1939’da da Musa ve Tektanrıcılık adlı kitaplarını yayımlamıştır. Bu kitaplarda Oedipus dönemi ile Tanrı inancının yakından alâkalı olduğuna dair ayrıntılı görüşleri bulunmaktadır.

Freud Tanrı inancının psikolojik kaynağının, çocuğun ebeveynle yaşadığı çatışmaların daha sonraki yıllarda ortaya çıkan sürekli tekrarında gizli olduğuna inanmaktadır. İnsan çabasının ürünleri olan diğer kültürel formlar gibi, din de içgüdüsel isteklerle ve kozmik alandaki ölüm, acı gibi tehditlerle mücadele eden insan çabasının bir ürünüdür. Çocuğun hem arzu ettiği hem de korktuğu babasına bağlanması gibi, erişkin birey de kendisini yok olma korkusundan ve yoksunluktan kurtarmak için kültürü benimser. İnsanın güçlü bilinçdışı arzuları doğal isteklerin tatmininde acıdan kaçınma üzerine yoğunlaşır. Bütün karmaşıklığıyla din, bu temele dayanır ve dinin değişik dışavurumları insana söz konusu oedipal çatışmalarla uzlaştırıcı mekanizmalar sunmaktadır.

Freud’un Tanrı inancının psikolojik temelleri konusundaki yorumunun önemi, objeler (anne-baba-çocuk) arasındaki ilişkiyi anlamlandırmasında gizlidir. Freud, yorumunda özellikle baba objesine önem verir. Oedipus döneminde çocuk, kişisel varlığı için gerekli olan bu objelerle (anne–baba) kendini özdeşleştirir. Çocuk ebeveynle ilgili imgelere sahip olur. Oedipus kompleksi döneminden sonra bile babanın kişisel önemi -bazen aynı durum anne için geçerlidir- ebeveynle ilgili imgeler arasındaki yerini korur.

Yaşayan Tanrı’nın Doğuşu kesinlikle bu bağlamda oluşur. İmgeler, diğer önemli objelerle ilişkileri sırasında çeşitlendiğinden, gelişen bir insan için Tanrı, bu imgelerin temsilidir. Bu bağlamda Tanrı, bir tür yanılsama; din de toplumsal bir nevrozdur. Hem Tanrı hem de din, ürkütücü gerçek ile içgüdüsel istekler arasında uygun bir uzlaşma bulma çabası içerisinde ortaya çıkar. İnsanların doğrudan tatmin edemedikleri şeyler, çocukluk dönemindeki ailesel imgelerin bir temsili olan yaratıcı Tanrı tarafından tatmin edilir. Böylece Tanrı iki psikolojik fonksiyonu yerine getirir: Uygunsuz içgüdüsel isteklerinden vazgeçenleri ödüllendirir (iyilikler karşılığında cennet vaat eder). Endişeleri giderir ve güven sağlar (günahkârı bile sever). Dolayısıyla Tanrı, insanın arzuladığı ve ihtiyaç duyduğu bir tür babadır:“Tanrı,insanın kendi çaresizliğini telâfi etme isteğinden doğar ve bir kişinin hem kendi çocukluğunun hem de tüm insanlığın çocukluk döneminin çaresizlik anılarının izlerini taşır.”

Freud’a göre bir yanılsama olan din, gelişim sürecinde yararlı bir araç olarak varlığını sürdürmelidir ve sürdürecektir de; çünkü din insanların katlanılmaz sıkıntılara tahammüllerini kolaylaştırmaktadır. Fakat din nihayette hem yararsızdır hem de gelişime zarar vermektedir. Çünkü insanlar sonsuza dek çocuk kalamazlar, sonuçta gerçekliğin ne olduğunu öğrenmek durumundadırlar.[20] Çocukluktaki yüceltilen dışavurumlar (mesela din gibi), insanların gerçekle doğrudan muhatap olacakları olgunlaşma sürecini geciktirir. Aklın içgüdülerin önüne geçtiği, yanılsamaların terk edildiği ve varoluşun katlanılabilir hale geldiği ideal seviyeye insan ırkının ulaşması mümkün değildir. Bu yüzden dine geçici bir süre için izin verilebilir. Fakat din, bir yanılsamadan ibaret olduğundan, ideal hedefe ulaşmada büyük bir engeldir. Her şeye rağmen din, onsuz yaşayabilecek nitelikteki küçük bir grup tarafından terk edilmelidir. Cennet meleklere ve kuşlara bırakılmalıdır.

Freud, yetişkin insanın tecrübelerinde dinin rolünden şüphe ederken, bilimin yönlendirmesi söz konusu olunca oldukça ümitli gözükmektedir. Fakat insanın yanılsamasız yaşayabileceği ütopik günün hemen gerçekleşmeyeceğini de kabul eder ve yanılsamaların üzerinde durmak gerektiğini söyler. “Bir Yanılsamanın Geleceği” adlı eserinde şöyle bir sonuca ulaşır:

“Bizim bilimimiz yanılsama değildir. Aksine yanılsama, ilmin bize veremeyeceğini bizim başka yerden elde edebileceğimizi zannetmemizdir.”

Robert Crapps (Orijinali: An Introduction to Psychology of Religion)
Çeviren: Ali Ayten

Kaynaklar:

-Karen Horney, New Ways in Psychoanalysis, New York:Norton,1939.
– Calvin S. Hall, A Primer of Freudian Psychology.
– Freud, “Obsessive Acts and Religious Practices” Collected Papers, C. II (İng. çeviren. Joan Riviere), London: Hogarth, 1949.
– The Future of an Illusion, (İng. çeviren. W. D. Robson-Scott, ed. James Strchey), Garden City: Doubleday, 1964.
– Freud, Leonardo da Vinci and a Memory of His Childhood, (İng. çeviren. Alan Tyson), New York: W. W. Norton,.
-. Ana-Maria Rizzuto, The Birth of the Living God: A Psychoanalytic Study, Chicago: University of Chicago Press, 1979.