Tanrı’yı kainata zorlamayın.. Faik Kaptan’tan size

Kiremit Fabrikası
TANRIYI KAİNATA ZORLAMAYIN…
CEHENNEM, KAVURUCU KİREMİT FIRINLARINDA YAŞAYANLARA VIZ GELİR.
EVET, “CEHENNEME HOŞ GELDİN FAİK”
Bu güne kadar yarım asırlık gazetecilik yaşantımın öncesi hakkında pek bahsetmedim.
Ancak geçen gün Adapazarlıyız Gurubumuzdan bir arkadaşımın sayfasında Güneş Kiremit Fabrikası ile ilgili bir fotoğraf görünce, 14 yaşında yaşadıklarımla ilgili anılarım gözümün önüne geldi. Fotoğrafın altına, “ 14 yaşımda bu fabrikada üç ay çalıştım” diye yazdım. Arkadaşım da cevap olarak “Yaşadıklarınızı bilmek isteriz” şeklinde bir cevap yazdı.
Şimdi galiba yazmanın zamanı geldi.
İşte inanılmaz üç aylık az biraz uzun “Kavurucu Hikaye”.
SEN MİSİN COĞRAFYA’DAN İKMALE KALAN?
İstanbul’dan Adapazarı’na göç edişimizin beşinci yılıydı. İlk 2 yılı Yorgalar’da önce Kral’ların, daha sonra Özgen’lerin evinde kirada oturduk. Sonra TCDD’de çalışan babam 62 arkadaşıyla birleşerek bugünkü Şirinevler’de kurdukları bir kooperatifle kendi evimize geçtik.
Tek katlı bahçe içindeki, bugünün villa olarak adlandırıldığı evde huzur içindeydik. Müteahhit yarım bırakıp gittiği için evin eksiği çoktu. Yaklaşık 5 yılda, babam usta, bizler amele olarak ailece evimizi tamamladık.
İlkokul 3 ve 4’ü Karaosman’da, 5’i ise Mithatpaşa’da bitirdim. 1957 yılında Ortaokula başladım. Vasat bir öğrenciydim. Coğrafya dersi ile başım hoş değildi. Öğretmenimiz Lütfiye Hanımdı. İkmale kaldım. O devirde tek dersten ikmale kalanlar bir üst sınıfa devam edebiliyordu. İşte ben de burada bir sahtekarlık yaptım. Lütfiye Hanımla karşılaşmak istemedim.
Sınava gidiyorum diyerek okula gittim. Ancak sınav bir gün önce yapılmıştı. Eve geldim ve anneme, “ Ben sınav gününe yanlış bakmışım. Dün yapılmış. Neyse seneye girerim” dedim.
Akşam babam geldi ve benim yalan söylediğimi hemen anladı ve çok kızdı. Yalana tahammülü olmaya rahmetli Vehbi Kaptan, “ Yalan söyleyene ekmek vermek bile doğru değil”dedi.
İşte bu laf bana çok koydu. Bir şey demedim, başımı öne eğip dışarı çıktım.
TEK YOL KİREMİT FABRİKASI.
O gece sabahı zor ettim. Sabah erkenden evden gizlice Nüfus Kağıdımı alıp hemen yakınımızdaki Güneş Kiremit Fabrikası’na gittim.
Ana kapıdan içeri girince sağ tarafta farikanın Çavuş adlı te adamının oturduğu tek katlı bir kulübe vardı. İçeri girdim ve fabrikada çalışmak istediğimi söyledim.
Tahta masanın arkasındaki orta yaşlı adam bana şöyle bir baktı ve, “ Bak delikanlı burada iş çok ağırdır. Sen de pek ufak tefeksin, bu işi kaldıramazsın” dedi. Adını sonradan sadece “Çavuş “ olarak bildiğim bu adama ben israrla “ Hayır ben dayanıklıyım, kuvvetliyim, işe girmek istiyorum” dedim.
Meğer o sırada fabrika büyük bir sipariş almış ve elemana ihtiyaçları varmış. Fazla üstelemedi, elimdeki Nüfus Kağıdımı alıp kaydımı yaptı ve kapının önüne çıkarak karşı taraftaki oval bir fırını gösterip, “ Orada Rıza usta var git ona yeni başladığını söyle” dedi.
“CEHENNEME HOŞ GELDİN.”
Yaz başlangıcıydı. Hava sıcaktı. Katibin gösterdiği fırına doğru yürüdüm, sağımdan, solumdan sırtlarında tahtadan semerle kiremit taşıyan benim yaşlarımda çocuklar geçiyordu.
İçlerinden sırtındaki yükü fırına boşaltmış, semerin kayışını tek omuzunda taşıyan benden biraz daha uzun, aynı yaşlarda ki çocuk gülerek bana baktı ve “ Cehenneme hoş geldin” dedi.
Ben de kendisine gülümseyerek, Rıza ustayı nerede bulabileceğimi sordum.
O çocuk bana bu kez eliyle fırının kapısını göstererek, “ Aha işte cehennemin dibinde” dedi.
Belli ters bir çocuktu. Hayatı tiye alıyor gibiydi. Alaycı bir tavrı vardı. İlk önce pek hoşlanmadım. Ancak ilerleyen günlerde ‘Adalı’ lakaplı bu çocuk en iyi arkadaşım oldu.
Fırının kapı ağzına geldim gördüğüm manzara aynen şöyle;
Sizlere manzarayı anlatabilmem için zamanımız diliyle söyleyeyim:
“ Karşımdaki manzara hiç abartmıyorum aynen, Kızıl Gezegen”
Evet abartmıyorum. İçerisi ateşin, kiremit ve tuğlalara vurduğu kızıllık bordoya yakın bir renge burünmüş haldeydi.
Kapı ağzında dikkatimi çeken olay, içeriye sırtında kiremitle girenler eşikte ayaklarındaki plastik terlikleri çıkartıp oradaki takunyeyi giyiyorlardı. Yükünü boşaltıp dışarı çıkanlar da tam tersini yapıyordu.
Önce anlam veremedim.
Kapıdan çıkan bir çocuk bana, “Ayakkabını çıkart, takunye giy. Yoksa ayakkabın yanar”dedi.
Dediğini yaptım. Takunyeyi giyip içeri girdim. 8-10 adım sonra karşımda rengi fırınla özdeşleşmiş istifçi Rıza Ustayı gördüm.
Usta yüzüme bile bakmadan, “ Gördün, çalışacaksan dışardaki semerlerden birisini al” dedi.
Bu kadar basitti. Al semeri, tak sırtına, git ramkanın başına, yüklesinler 4 çift kiremiti, fırın doluncaya kadar devam.
Semerle ilk girişimde yükümü boşaltıp istif yapan Rıza Usta (Onun da lakabı Kürt Rıza’ydı) ilk kez yüzüme bakıp. “Pek de ufak tefeksin ama, pazıların iyi” dedi.
Bu hoşuma gitti. İçimi çalışma heyecanı doldurdu, kendime güven geldi. Sanırım içerdeki sıcaklığı ölçecek derece bile herhalde o tarihlerde icat edilmemişti.
KEMAL KAÇAR’IN FABRİKASI.
O günün akşam saat 17.00 gibi mesai bitince her tarafım toz toprak içinde kalınca eve gitmeden önce bizim Çark Deremize gidip bir güzel yüzdüm.
Eve geldim annem anladı. Gömlek ve pantolonum kirlenmişti. Hiç uzatmadan Kiremit Fabrikasında çalışmaya başladığımı söyledim. Anneme, “Sabah 08’00 de iş başı yapacağım” dedim.
Rahmetli çok şaşırdı. Önce vaz geçirmek için bir şeyler söyledi. Ancak ben kararlıydım ve kendisine, “ Merak etme. Haftalık 45 lira alacağım. Okuldan, mahalleden arkadaşlarım da var. Rahatım yerinde” dedim.
Annem bu kez itiraz etmeyi bıraktı ve “ Fabrikanın sahibi babanın iyi arkadaşı. Kemal Bey, kardeşi Celal Bey babanla devamlı görüşürler. Söyleyelim de rahat bir yere geç” dedi.
Ben bu kez,” Kesinlikle olmaz Anne. Bırak ben orada rahatım. Söylersen bırakırım ” dedim.
Annem bu kez “ Tövbe tövbe ‘diyerek mutfağa gitti.
Fabrika’nın sahibi Kemal Kaçar adını hep duyardım. Yıllar sonra yaptığım araştırmada Kemal Kaçar’ın Süleymancılar Hareketinin Lideri olduğunu öğrendim.
Kemal Kaçar, Kabataş, sonra da Galatasaray Lisesi mezunuydu.Kacar Türkleri soyundan geliyordu. 1936’da Süleymancılar Hareketinin lideri Süleyman Hilmi Tunahan ile tanıştı. 1944’de de Tunahan’ın kızı Bedia Hanımla evlendi. Sonradan hareketin lideri oldu. Bu arada Milletvekili seçildi. 2000 yılında öldü. Cenazesine bir milyon kişi katıldı.
Gazetecilik yaptığım yıllardan bir gün Kemal Bey de Milletvekiliydi. Uçakla Ankara’ya gidiyordu. VİP Salonundaydı. Hemen yayına gittim. Kendimi tanıttım. Eski günleri andık. Çok mutlu oldu. Hatta bana nasıl fırça attığını da anımsatınca çok güldük.
Bu arada Kemal Bey. Babamı ve mahalleden cami cemaati olanları Süleymancılık hareketine almak için çok çabalamış. Ancak bizimkiler bu harekete uzak durmuşlar. Ancak Kemal Bey o sırada mahallemize yapılan Şirinevler Camisi için kiremit ve tuğ ihtiyacının tamamını karşılamış.
Peki o fırça attığı gün ne olmuştu?
Bir gün tam gaz fırına kiremit taşırken Çavuş bağırarak beni çağırdı. Semeri çıkartıp yanına gittim. Çavuş bana eliyle yukardaki patronun oturduğu şato gibi evi göstererek, “ Git Kemal Bey’e telefonla arandığını, yarım saat sonra tekrar arayacaklarını söyle” dedi.
Anlayacağınız gibi o devirde patronların evinde bile telefon yoktu.
Bende koruluğun içinden koşarak evin olduğu yere geldim. Kapı ahşap ve çok büyüktü. Bizim evin kapısının iki katı ve işlemeliydi. Üstünde bir tokmak vardı. Zil yoktu.
Kendi kendime, “ Adamın bir zili bile yok ‘ diyerek tokmağı birkaç kez vurdum.
Biraz bekledim. Kemse cevap vermiyor. Bir daha vurdum. Bir süre daha kimse cevap vermedi. Bu kez üst üste ve hızla vurdum. Bir anda kapı açıldı.
Kapıda beyaz gömleğinin kolları sıvalı elinde havlusu ile kurulanan Kemal Bey belirdi. Belli ki aptest almıştı. Bana kızgın bir şekilde:
“Ne biçim kapı çalmak böyle. Biraz sabretsene” dedi.
Ben de cevap olarak, “Gecikince öyle yaptım” dedim. Kendisine telefonla arandığını, yarım saat sonra tekrar arayacaklarını söyleyerek adeta kaçarak oradan uzaklaştım.
Böylece de hayatımın ilk patronuyla fırçayla da olsa tanıştım.
NE YAPTIN ADALI?
Kiremit Fabrikaları tarihinde bile pek rastlanmayan “Kiremite Parmak” olayını anlatmadan önce çok kısa ve basit olarak çatılarımızı koruyan kiremitin oluşumunu anlatayım:
Önce killi toprak su ile yoğurulur. Sonra kalıplara dökülür. Bu kalıplar raflara dizilir ve kurumaya bırakılır. Raflarda rüzgar ve güneşle kuruyan kiremitler iki üç gün sonra hemen yan taraftaki ‘Ramka’ adı verilen hareketli bantlara konulur. Bu işlemi daha çok genç kız işçiler yapar. Bu ramkanın sonunda ise benim gibi yaklaşık 12 genç çocuk sırtlarında semerlere yüklenen dörder çift olmak üzere bu kiremitleri hızlı adımlarla fırına taşır.
Sanırım fırın yüklenmeye başlamadan bir hafta önce yakılır. İyice kızgın kıvama geldikten sonra doldurulur.
Fabrika da yaşanan bu hızlı trafiğin yaşandığı bir gün öğleden sonra saat 15.00 gibi bizim Çavuş bağıra bağıra meydana geldi.
“ Her kes semerini çıkartsın buraya toplansın. Ramkadaki kızlar sizler de gelin.”
Bir anda ortalığı bir sessizlik kapladı. Ramkalar susmuştu. Fırın içinde çalışırken bile devamlı türkü söyleyen Rıza usta bile susmuş, fırının kapısına çıkmış bizleri izliyordu.
Maydana toplandık. Çavuş karşımıza geçti ve başındaki kasketi çıkarttı, dizine vurarak tozunu çıkarttı ve şunları söyledi:
“İçinizde bir hain var. Fırına giden bazı kiremitler parmaklanmış ve delinmiş. Bunu yapan ortaya çıksın. Ortaya çıksın. Haftalığını verip kovacağım. Yoksa hepiniz işinizden olursunuz.”
Önce ne olduğunu anlamadık. İçimizden birisi fırına giden 15 kadar kiremite parmak atmış ve delmişti. Delik kiremit hiçbir işe yaramazdı.
Kısa bir sessizlik oldu. Sonunda benim çok sevdiğim, kendisine bile muhalif olan Adalı olarak tanıdığım arkadaşım ortaya çıktı ve “ Ben yaptım. Cezama razıyım” dedi.
Bunu duyan Çavuş “ Pekala, her kes işinin başına “ diyerek bizleri semerlerimizin başına yolladı.
Gerçekten Adalı’nın bunu yaptığına çok üzülmüştüm. Çavuş onu içeri götürdü. On dakika sonra Adalı odadan çıktı ve yanımıza gelip bizlere veda etti. Bana da fırına giderken giydiği plastik terliklerini verdi. Sarıldık öptük onu gönderdik.
Kim bilir neye isyan etmişti? O zamanlar bu eylemi yapmak bile yürek işiydi. Küçük çocukların bu zor şartlarda çalışmasına her seferinde konuşurken isyan ediyordu. Sonuna kadar haklıydı. Ancak yapacak hiçbir şey yoktu. Sevgili Adalı yaşıyorsan esenlik dilerim.
KANAL TABANCI UFAKLIK.
Burada en önemli iş bizim İstifçi ustamız Kürt Rıza’nın üstündeydi. O fabrikanın en kıymetli elemanıdır. Rıza usta bir sıra kiremiti istifledikten sonra içeriye “ Kanal Tabancı “ adı verilen ikinci usta girer.
Bu usta kiremitler istiflendirdikten sonra araya tek sıra olarak tuğla dizer. Bu hem içerde dolaşan ateşin sirkürlasyonunu kolaylaştırır, hem de tuğlalar da pişer. İşte bu tuğlaları özel bir düzenle araya dizen ustaya Kanal Tabancı denir. Bu arkadaş 15 dakika kanal tabanı çıktıktan sonra, 20 dakika kenarda istirahat ederdi. İşte ben fırına girip çıktıkça bu dizilimin şeklini ezberledim. Tuğlalar yan ve dik olarak birbirlerinin üstüne konularak istifleniyordu. Dengeyi sağlamak çok önemliydi.
Bir gün kanal tabancı gelmedi. Galiba hasta olmuş. Kürt Rıza da bar bar bağırıyordu. Zira kanal taban çıkmak ona kalmıştı. Ben yanına gidip, “ Usta istersen ben çıkarım” dedim.
Kürt Rıza inanmaz gözlerle bana baktı ve “ Gir bakalım, görelim” dedi. Beni büyük bir ustalıkla kanal tabanı çıktım. Anca boyum kısa geldiği için en üste tuğlaları koyamadım. Bunun üzeran Rıza usta oradan bir sandık getirdi ve onun üstüne çıkarak Kanalı tamamladım.
Bu kez Kürt Rıza, “ Bundan sonra Kanal tabancı sensin” diyerek beni terfi ettirrdi. Haftalığım da 45 liradan 50 liraya çıktı. Havam da yerindeydi, Ramka’da ki kızlar bile bana başka gözle bakmaya başladı.
Sonuçta Güneş Kiremit Fabrikasındaki maceram üç ay sürdü.
Yeni adı Maltepe, o zamanki adıyla Ahmet Bey Bayırı eteklerindeki bu Cehennem Fırınlarında üç ay içinde adeta kavruldum.
Evet işte o tarihten bu yana hep kendim kazandım. Ertesi yıl Merkez Hal’de eski ev sahiplerimizden Mehmet Özgen’in yanında Kabzımal Katipliği yaptım. Bu 6 yıl kadar sürdü. O dönemin hikayesini de daha sonra anlatırım.
Parasal yönden başım hep dik gezdim. Ama o Kiremit Fabrikası başkaydı. Bana da hayat boyu çok büyük bir deneyim kazandırdı.
Başlıktaki “Tanrıyı Kainata Zorlamayın” sözünü bir analistin yazısında okudum. O büyük devletlerin bir birleriyle dalaşmaları üzerine bu tabiri kullandı. Ben ise bunu Çocuk Hakları için aldım. Bırakın çocuklarınız çocukluklarını yaşasın. Bizler o dönemde bu tür işleri yaptık ama çocukluğumuzu da dibine kadar yaşadık. Doğayla iç içeydik. Her türlü oyunu oynardık. Şimdikiler gibi kapişonu başımıza geçirip dijital aleme dalma gibi bir huyumuz yoktu!
Yarın 20 Kasım “Dünya Çocuk Hakları Günü”
Böyle biline.
NOT:
Türkiye’nin kaderinin belirlendiği Büyük Millet Meclisi binası çatısı için yarım günde Ankara’nın kenar mahallerindeki evlerden topladığı kiremitleri getirerek ülkenin çatısını kurtaran Vehbi Koç’un inanılmaz macerası var.
Yakın tarihte kaybettiğimiz Yazar Erol Toy’un “İmparator” adlı kitabı Vehbi Koç’un hayatını anlatır. Vehbi Koç’un küçücük bir tüccarken o parlak zekasıyla yoktan var ettiği bu Kutsal Kiremitlerin hikayesi inanılmaz. Onu da anmadan geçmeyelim.
Sonuç; Başlıkta söylediğim gibi kimse Yüce Yaratanımızı Kainata zorlamaya kalkmasın. Hesabını ilahi alemde zor verecektir.
Faik Kaptan
Kraliçe – Faik Kaptan
Kiremit Fabrikası