Siyasi tarih tekerrür etti…

Siyasi tarih tekerrür etti !.

Sadece tarih değil, siyasi tarihte tekerrürden ibarettir. Siyasi tarih geriye doğru dönüp incelendiğinde bugün siyasette yaşananların, çok partili döneme geçişte yaşananlarla birebir örtüştüğü hayretle görülecektir. Bu öyle bir örtüşme ki, iki kağıt arasına turnusol boyasından yapılan ve ayıraç olarak kullanılan bir kopya kağıdı sayesinde, yazılan yazının bir örneğinin çıkması gibiydi.
Hürriyet Gazetesi’nde 36 yıl gibi rekor bir süre içinde başyazarlık yapan Oktay Ekşi’nin ‘’Gazetecilikte geçen O YILLAR’’ adlı yeni çıkan kitabı, 1952-1956 yılları arasındaki siyasi süreci gözler önüne sererken, günümüzdeki siyasete de bir kopya çıkarıyor. Oktay Ekşi’nin “Ustalara Saygı” etkinliği kapsamında, Sarıyer Belediyesinin Yaşar Kemal Kültür Merkezi’ndeki imza gününde ‘’O yıllar’’ kitabını alarak soluksuz okudum. Meclis tutanakları ve mesleğe başladığı 1950 yıllarındaki gazetecilik yaşamını harmanlandığı ‘’O yıllar’’da anlattıkları, 1950’lerdeki Demokrat Parti Başkanı Adnan Menderes ile Cumhuriyet Halk Partisi Başkanı İsmet İnönü arasındaki siyasi çekişmenin bir fotoğrafı, her açıdan bugün Adalet ve Kalkınma Partisi ile Cumhuriyet Halk Partisi arasında yaşananların adeta bir kopyası idi. Nitekim Oktay Ekşi o yıllardaki tartışmaları anlatırken, ‘’Yukarıdaki tartışmalar bugün size ne dedirtiyor?’’ diye, bir sorgulama notu da düşmüştü.

‘’O Yıllar’’ kitabında ‘’Felaketi davet eden zafer’’ başlığı ile sayfa 139’dan özetle yapılan bir alıntıda, dünü ve bugünü düşündüren aşağıdaki satırlar, sanırım okuyana bir analiz yapma fırsatı yaratacak. İşte Oktay Ekşi’nin kaleminden, siyasi tarihte değişmeyen cepheleşme ve tartışmaların gerçek hikayesi:

‘’Demokrat Parti’nin 2 Mayıs 1954’de kazandığı seçim zaferi, aslında kendi sonunun da başlangıcıydı. Kırşehir’in ilçe yapılması, basını susturmak için çıkartılan yeni kanunlar, bunun ilk habercileriydi. CHP’yi iktidardan düşüren 1950 seçimlerinden sonra, Türkiye’nin ‘’aydın’’ denilebilecek insanlar kesiminde şöyle bir kanaat yaygındı: ‘’Halkımız eğer İsmet Paşa’nın devrileceğini bilse, Demokrat Partiye o kadar destek vermezdi. Belli ki, 1950 seçiminde kantarın topuzu kaçmıştı ve o nedenle 1954 seçimleri büyük bir umutla beklenmişti. Çünkü o hesaba göre halk, 1954 seçiminde yaptığı yanlışı telafi edecek ve CHP’yi yeniden iktidara getirecekti. Lakin bunu diyenlerin sadece kendilerini aldattığı, 2 Mayıs 1954 sonuçları ile ortaya çıktı. Çünkü CHP’nin 61 olan sandalyesi 1954’te 31’e indiği gibi, DP’ninki 415’den 502’ye yükseldi. CHP’nin mallarının kanun zoruyla hazineye aktarılması, CHP’nin tam anlamıyla parasız, pulsuz, binasız, masasız, sandalyesiz ortada kalarak büyük bir mağduriyet yaşaması da, halkımızın vicdanını zerre kadar rahatsız etmemişti.

DP önce ‘’Emekli Sandığı ‘’ yasasını değiştirdi. O tarihte hükümet, yargı mensupları gibi göreceli de olsa, görevini güvence içinde yapanları, kendi kararıyla emekliye sevk edemiyordu. Gerçi kamuoyuna sunulan gerekçe, ‘’Yeni iktidarın çalışmalarına ayak uyduramayan kamu yöneticilerinin emekliye ayrılması için hükümete yetki verilmesi gerektiğini’’ ifade ediyordu ama, asıl amacın yargıyı yola getirmek olduğu biliniyordu. Celal Bayar ve Adnan Menderes’in yargıya kızmaları, kendilerince sebepsiz değildi. Çünkü yargı ‘’Çete’’ başlıklı yazısında hükümete hakaret ettiği ileri sürülen Falih Rıfkı Atay’ı beraat ettirmiş, İstanbul’da kullandığı otomobille bir kişinin ölümüne sebep olduğu iddiasıyla yargılanan İsmet İnönü’nün büyük oğlu Ömer İnönü’yü, suçsuz bulmuştu. Yaşanan süreci eski Çalışma Bakanı tanınmış hukukçu avukat Atilla Sav’ın bir makalesinden okuyalım:

‘’Çok partili rejime geçilmesinden sonra DP’ye ve dönemin muhalefet partilerine destek veren basın, giderek yeni iktidarı eleştirmeye başlamıştı. Basın özgürlüğü giderek eleştirilerin artmasını ve sertleşmesini olağan kılıyordu. Bu gelişmelerden rahatsız olan iktidar, Basın Kanunu’nu değiştirerek, basını yargı yoluyla susturmayı denedi. Basın davalarına bakmakla görevli yüksek yargı yeri olan Yargıtay 3. Ceza Dairesi hedef olmaya başladı. Dönemin Adalet Bakanı Prof. Dr. Hüseyin Avni Göktürk, 3. Ceza Dairesi Başkanı Baha Arıkan’ı ve iki yüksek yargıcı emekliye sevk etti. Olay yargı çevrelerinde bomba etkisi yarattı. Yargıtay’da oluşan tepkiler üzerine Birinci Başkan Bedri Köker, Adalet Bakanı ile görüştü. Görüşmeden sonuç alamadığı gibi, gerilimi azaltmak için bir demeç vererek, bakanlığın tasarrufunun yasaya uygun olduğunu açıkladı. Bu açıklamadan kısa bir süre sonra, 12 Haziran 1956’da Adalet Bakanı, Birinci Başkan Bedri Köker ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Rıfat Alabay’ın da içinde bulunduğu 16 yüksek Yargıcı daha, emekliye sevk etti’’.

Seçim üzerinden 1,5 ay geçmeden, ikinci yasa değişikliği ‘’Seçim Kanununda’’ yapıldı. Bu değişiklikle milletvekili olmak isteyen devlet memurunun seçimden 6 ay önce istifa etmesi zorunlu kılınıyordu. Bu hüküm bürokrasinin sadece DP saflarından Meclise girmesini sağlamayı amaçlıyordu. Çünkü seçilemeyen bürokrat eğer DP’ye başvurmuşsa, göreve dönmesi sorun olmayacaktı. Ama muhalefet partilerinden birine başvurmuşsa, memuriyet hayatı bitecekti. Asıl önemlisi partiler arası işbirliği ve bir de devlet radyosundan seçim propaganda konuşması yasaklanıyordu. Diğer ifadeyle devlet radyosu, sadece iktidar partisinin propagandasını yapmakla yükümlü kılınıyordu. Genel Kurul gündeminde o gün bu konu vardı. Demokrat Parti çoğunluğu, eleştirilere o derece tahammülsüzdü ki, CHP Kars Milletvekili Sırrı Atalay’ın ‘’İktidar, seçmenler yalnız benim bakış açımı öğrenecek, sizinkini öğrenemeyecek derse, Nazi Almanya’sındaki devlet idaresi sistemi’’ diye başlayan bir cümle söylemeseydi, kürsüden indirilmeyecekti. Konuşmacılardan biri de parlamentoya yeni giren Malatya CHP Milletvekili Kamil Kırıkoğlu idi. O da ‘’Bir seçim mücadelesinde, iktidar partisinin iktidarda olmaktan kaynaklanan avantajını inkar etmek mümkün müdür?. Seçimde gördük ki, iktidarı muhafaza hususunda her türlü vasıtayı kullanmakta büyük bir serbestiyle hareket eden Demokrat Parti, muazzam meblağlar harcamıştır. Meclis tahkikatını istiyorum’’ diye sözlerini sürdürünce Adnan Menderes kendini tutamadı. Oturduğu yerden ayağa fırlayarak ‘’Yalan söylüyorsun. İspat et, yoksa namussuzsun’’diye karşılık verdi.

Menderes yerinde duramaz hale gelmişti. Hemen kürsüye indi. Kırıkoğlu’nun elindeki konuşmayı birilerinin yazıp eline verdiği izlenimi edindiğini söyledi. ‘’Bu zatın okuduklarını ben, sahibinin sesi falana benzetiyorum dersem, bunda kabahat olmamak lazım gelir’’ diyerek İsmet Paşa yazmış eline vermiş anlamındaki sözüyle, rakibini daha ilk cümlelerde ezme taktiği kullandı. Menderes şöyle devam etti: ‘’Demokrat Parti her bakımdan kendisine emanet edilen devlet parasını suiistimal etmekten başlayarak, kötü niyetle itham olundu. Velhasıl bütün vaveylalar, şu demokrat parti topluluğunu, nasıl çaresini bulsak da yok etsek, ondan kurtulsaktan ibarettir. Parti olarak bizim kursağımızda millet parasının habbesi yoktur. Fakat Halk Partisi’nin doğduğu günden şu ana kadar bütün sarfiyatı, düne kadar reislerinin otomobili, onun şoförünün aylığı, benzini dahi, bu milletin parasından ödenmekteydi. Şimdiye kadar geçen dört sene zarfında Demokrat Parti, memleket hayrına hangi tasarıyı getirmiş, hangi meseleyi burada müzakere etmişse, bunların bir tanesinde dahi nasıl beraber olmak, ‘’Bu yaptığınızı beğeniyoruz’’ demek mürüvvetini göstermediyse’’ bugün de bismillah diye işe başlarken, ne getirirsek aynı tarzda hepsini külliyen ret ve inkar etmek davasından ve bu yoldan vazgeçmiş değillerdir. Zaten yedisinde ne ise, yetmişinde de odur derler’’ diye sözlerini sürdürdü. 30 Haziran 1954 tarihinde seçimlerle ilgili tasarı kabul edildi.

Hemen ardından Kırşehir ilinin ilçeye dönüştürülmesi, Nevşehir’in il statüsüne çıkarılmasını, Kırşehir’in kendi ilçesi olan Nevşehir’e bağlanmasını öngören tasarı gündeme alındı. Tasarının amacı çok açıktı. Demokrat Parti iktidarı müthiş bir hatip olan ve DP iktidarını her konuşması ile hırpalayan Osman Bölükbaşını milletvekili seçtiler diye Kırşehir halkını cezalandırmaktaydı. Tasarı üzerinde CHP Meclis Gurubu adına konuşan Kars Milletvekili Sırrı Atalay, ‘’Cezalandırılan sadece Kırşehir değil.. Kırşehir’in maddi ve manevi şahsında bütün bir muhalefet, bütün bir sağduyu ve maşeri vicdandır’’ diye konuşmasını sürdürdü. Dördü de Cumhuriyetçi Millet Partisi mensubu olan Kırşehir milletvekillerinden ilki Osman Alişiroğlu da konuşmasında, Demokrat Parti Milletvekillerine dönerek ‘’Müsaadenizle sizlere bir sual soracağım. Bu gidiş nereye?.. Elbette cevabını ben vereceğim. Dikta rejimine ‘’. Alişiroğlu protestolar arasında sözlerini şu sözlerle bitirdi:
’’ Sizlere bir şey hatırlatacağım. Burada benimle beraber yemin eden Demokrat Partili arkadaşlarımı ve nankör Kırşehir çocuğu Adliye Vekilini Kırşehir’i müdafaaya davet ediyorum’’. Kastettiği Kırşehir’e bağlı Çiçekdağlı Adalet Bakanı ve Ankara Milletvekili Osman Şevki Çiçekdağ’dı. Alişiroğlu sözünü protestolara rağmen geri almayınca genel kurulun oylarıyla üç oturuma katılmama cezası aldı. Sonuçta tasarı DP milletvekillerinin hepsi el kaldırınca Kırşehir bir çırpıda ‘’İl’’likten, ‘’İlçe’’liğe düştü ve önceden ilçesi olan Nevşehir’e bağladı.

Adnan Beyin ve Celal Bayar’ın temel sorunu İsmet Paşa’ydı. O olmasa her şey düzgün gidecekti. Bir çaresi bulunmalı ve İsmet Paşa siyaset sahnesinden dışlanmalıydı. İsmet Paşa kompleksinden bir türlü kurtulamıyorlardı. O ‘’Bir’’ derse, onlar altından ‘’Bin’’ adet anlam ve hesap ararlardı. İsmet Paşa’dan kurtulma senaryosunun gereği ilk olarak, CHP Genel Başkanı İsmet İnönü’yü 1950’den sonra ikinci kere seçen ve CHP’ye güçlü bir destek veren Malatya, ikiye bölündü. Bu bölünmede Adıyaman kuruldu. Benzeri şeyler üniversitelerde de yaşandı. Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin genç dekanı Prof. Dr. Turhan Feyzioğlu, yeni öğretim yılının başlaması dolayısıyla yapılan törende öğrencilere, doğru bildiklerini her koşulda savunmalarını öğütlemek için ‘Nabza göre şerbet vermelerini’’söylemişti. Bu cümle iktidarı, dolayısıyla Adnan Menderes’i küplere bindirmeye yetti. ‘’Dekan ne demek istemişti?’’ Hemen mekanizmalar işletildi. Milli Eğitim Bakanı Celal Yardımcı, Adnan Menderes’in emriyle Turhan Feyzioğlu’nu vekalet emrine aldı. Bunun üzerine Prof. Dr. Bahri Savcı, Doç. Dr. Aydın Yalçın, asistanlar Mümtaz Soysal, Coşkun Kırca, Şerif Mardin, Ankara Hukuk Fakültesi’nden Doç. Dr. Münci Kapani istifa ettiler. Bir süre sonra da İstanbul Hukuk Fakültesi’nin Anayasa Profesörü Hüseyin Nail Kubalı da, aynı akıbete uğradı. Kubalı’nın suçu derste siyasi sözler sarf etmiş olmaktı. DP’ye yakın olmayanların hali berbattı. Bu yüzden tatınmış işadamları koşar adımla DP’ye üye oluyordu. Üye olmakta direnenlerin başında Vehbi Koç vardı. Ancak Koç da çareyi, CHP’den istifa edip, ‘’tarafsız’’ yahut ‘’Partisiz kalmakta bulmuştu.

Evet.. Bu alıntı özet de olsa uzun oldu. Ama özetsiz halini Oktay Ekşi’nin ‘’O yıllar’’ adlı kitabında, siyasi tarihte 64 yıl önce yaşananları, bugünle örtüştürerek okuyabilirsiniz.

Cemil Özyıldırım