Bu da benim yaşanmış bir “Kanal” hikayem..

BU DA BENİM YAŞANMIŞ BİR “KANAL” HİKAYEM.
1974 YUNANLILARIN “KANAL MERİÇ”İ VE 2020’NİN “KANAL İSTANBUL”U.

Dostlar, şimdiye kadar hiç hayal satmadım. Daha doğrusu hiç hayallerimi yazmadım. Yazdıklarım yaşadıklarımdır. Bu nedenle bazı konuları yazarken, ‘Bu adam da her şeye salça oluyor’ demeyin. İnanın sadece yaşadığımız günlük olaylarla yaşamımda geçen bazı olayların çok ilginç bir şekilde örtüştüğünü görünce, adeta bir Dejavu yaşıyorum.
Yazmadan edemiyorum. Bütün olay bu!

Bu yazım da biraz uzun ama gerçek bir hikaye.
Sabredip okuyan arkadaşlar şayet beğenirlerse lütfen ‘beğeni’ sonunda tıklasınlar…
Kamuoyunda son zamanlarda bir Kanal İstanbul tartışması var. Tartışmak güzeldir.
Ben bu işlemin yapılmasını istemeyenlerdenim.
Ancak benim karşı çıkmam tamamen çevresel nedenlerden.
Bazı karşıt görüşlülerin “Bu kanal ülkemizin güvenliği ve savunması açısından yapımı halinde bir tehlikedir” söylemine ise katılmıyorum. Katılmadığımın nedenini de aşağıdaki okuyacağınız yaşamışlığımdan kaynaklıdır.
Buyurun okuyun.

20 TEMMUZ SABAHI NEYE NİYET NEYE KISMET.

20 Temmuz 1974 sabahı.
Yıllık iznimi geçirdiğim memleketim Amasra’dayım.
Bu kez memlekete bizim rahmetli Atılay Kayaoğlu ve eşini de götürdüm.
Onlar bir motelde kalıyor. Saat 05.00. bizim evin kapısı çaldı.
Kapıda rahmetli dayım, Hacela lakaplı Ali Arslan. O dönemde tatil için gittiğimiz yerde merkeze bir irtibat telefonu vermek zorundaydık.
Ben de dayımın ev telefonunu vermiştim.
Dayım telaşlı bir halde “Faik gazeteden telefon ettiler acele İstanbul’a dönmeniz gerekiyormuş. Kıbrıs’ta savaş çıkmış” dedi.
Tabii hemen fırlayıp giyindim ve doğruca Atılay’ın kaldığı motele gittim.
Onları da kaldırıp yola koyulduk.
Amasra’ya Atılay’ın otomobili ile gelmiştik.
Öğle saatlerinde Cağaloğlu’na vardık.
Servise çıktık ve bana ilk görev çantanı ve kişisel eşyalarını hazırla öğleden sonra Mersin’e oradan da Kıbrıs’a gideceksin. İsmini Genel Kurmay’a bildirdik talimatı verildi.
Hemen eve gidip birkaç şahsi eşyamı aldım ve gazeteden gerekli film takviyesi yapıp saat 14.30 gibi hazır oldum.
Kapının önünde bekliyorduk.
Bizi Mersin’e götürecek araç rahmetli patronumuz Erol Simavi’nin makam aracı olarak kullandığı Ford’du. Bunu bekliyorduk.
Şimdi hatırladığım Hürriyet’in gözde foto muhabirlerinden Cengiz Kapkın’da bekleyenler arasındaydı.
Bu sırada danışmada hepimizin çok sevdiği güler yüzlü kardeşimiz Sevim vardı.
Sevim kapıya çıkarak bana doğru; “Faik telefonun var” dedi.
Danışmadaki telefonu elime aldım ve karşıdan bir sesle irkildim:
“Faik Kaptan mı?”
“Evet, buyurun”
“Burası Fatih Askerlik Şubesi ben Üsteğmen …….. Acele şubeye gelin”
“Efendim ben şu anda görevli olarak Kıbrıs’a gidiyorum. Sonra gelsem olmaz mı?”
“Hayır kardeşim hemen geleceksiniz. Bu bir emirdir. “
Telefonu kapattı.
Ben şaşırdım. Kapı önündeki arkadaşlara bunu anlattım.
Bir araç alıp hemen şubeye hareket ettim.
Giderken biraz beklemelerini rica ettim.

ŞUBENİN ÖNÜ ANA BABA GÜNÜ.

Fatih Askerlik Şubesine geldiğim zaman şaşkınlığım bir kat daha arttı.
Yüzlerce genç kapının önünde teslim olmaya gelmiş.
Bu arada inanın asker kaçakları bile orada.
Ben zar zor içeriye girip adı geçen Üsteğmen’i gördüm.
Bana tek bir söz söyletmeden elime bir kağıt tutuşturdu.
“Özel Çağrı A planı gereğince ihtiyat olarak Edirne Karaağaç bölgesindeki birliğinize 6 saat içinde teslim olun”
Hiçbir şey diyemedim.
Aslında sarı basın kartım olduğum için bu görev en son çağrılacaklar grubundandım, ama bunu bile söyleyemedim.
Sadece bir telefon etmek istediğimi Üsteğmene bildirdim.
O da, tezgahın altından telefonu çıkartıp bana uzattı.
Gazetenin santralını aradım ve danışmayı istedim.
Telefona Sevim çıktı ve kendisine arkadaşların hareket edebileceğini, beni ihtiyat askeri olarak aldıklarını söyledim.
Yapacak bir şey yoktu.
Karmakarışık hisler içinde gazeteye dönüp durumu Hürriyet Haber Ajansı Genel Müdürü Rahmetli Erdoğan Kral’a bildirdim.
Kıbrıs’a gitmek için hazırladığım çanta ve eşyalarla bu kez askere gitmek üzere Topkapı garajına giderek Edirne’ye hareket ettim.
Akşamın geç saatlerinde tuttuğum bir taksi ile 16. Mekanize Alayının karargahına gidip teslim oldum.
Beni hemen bir araçla Karaağaç bölgesindeki Tabur Komutanlığına götürüp teslim ettiler. Tabur Komutanı elimi sıkarak bana bir hoş geldin dedi ve hemen eşyalarımı teslim aldırıp yeni kıyafet giymem için terziye gönderdi.
Zar zor bir elbise uydurup giydim ve komutanın karşısına dikildim.
Binbaşı bana bu kez; “Faik Teğmen seni Keşif Takım Komutanı yaptım. Yerin sınırda, 5 Numaralı Hudut taşının bulunduğu bölgedir. Gidip birliğini teslim al” dedi.
İnanamıyordum.
Bir gün içinde Amasra- İstanbul- Edirne hizalı olarak fırtına gibi bir hayat yaşamıştım. Sabah, Amasra’da deniz, plaj ve güzel kızlarla geçecek bir günün hayali.
Öğlen, İstanbul’da gerçek bir savaş muhabiri olmanın heyecanıyla Kıbrıs’a hareket telaşı. Akşam saatlerinde ise Edirne Karaağaç Sinekli Karakolu bölgesinde, 5 numaralı hudut taşının dibinde, Yunanistan sınırının sıfır noktasında Keşif Takım Komutanı olarak, Teğmen rütbeli elbisenin içinde güneşin batışını Yunanlılara bakarak seyreden bir Faik Kaptan.

45 GÜNLÜK YEPYENİ BİR HAYAT.

Sabah yepyeni bir hayata uyandım.
Orada bir buçuk ay kadar yaptığım ihtiyat askerliğim, Teğmen rütbesiyle başladı, Üsteğmen rütbesiyle bitti.
İşte bu süre içinde yaşadıkların inanın ayrı bir kitap olur.
Onları hazırlamakta olduğum ikinci kitabımda güzel hikayeler şeklinde yazacağım.
Şimdi bu süreç içinde başlıkta bahsettiğim “ KANAL “ olayına gelelim.
Benim keşif takımı Meriç nehrinin tam kenarındaydı.
Karşı tarafta Meriç’in kolu gibi duran bir de kanalet vardı.
Yunanlıların benim gibi bir takım gücündeki birliği sanırım bir teğmen rütbesindeki subayı vardı.
Onun pek askerlikle alakası yoktu.
Bütün gün güneş banyosu yapıyor, kitap gazete okuyor, ara sıra da askerleriyle voleybol oynuyordu.
Ben mi? Karşı taraftan bir jeep geçse rapor yazıp komutana bildiriyordum. Günler böyle geçiyordu.
Sanırım 10 gün sonraydı.
Komutan çağırdı ve bana telaşla, “Faik seni Kolordu Komutanı çağırıyor. Yarı sabah erken gelip seni alacaklar “ dedi. Ben sebebini sorunca bilmediğini söyledi.

PAŞANIN HUZURUNDA.

Ertesi sabah bir Kurmay Yüzbaşı jeeple gelip beni aldı ve yolda bilgilendirdi.
Kolordu Komutanı benim gazeteci olduğumu ve makinelerimin de yanımda olduğunu öğrenince, “Çağırın gelsin” demiş.
Neyse Kolordu Komutanı Korgeneral Ali Fethi Esenerin kulllandığı Karargah Çadırına girdim. Çakı gibi bir selam verip yüksek sesle “Emredersiniz Komutanım” dedim.
Biraz abarttım herhalde Esener Paşa bana gülümseyerek, “Daha bir söylemedim oğlum. Dur acele etme” diyerek ortalığı yumuşattı.
Beni karşısına oturttu, bizden başka herke ayaktaydı.
Aramızda şu konuşma geçti:
-“Teğmen sen Hürriyet gazetesinde çalışıyormuşsun öyle mi?
-“Evet Komutanım”
-“Pekala makinelerin yanında mı?”
-“Evet komutanım”
-“Oğlum insan askere gelirken makinelerini yanına mı alır?
-“Komutanım ben aslında Kıbrıs’a savaş bölgesine görevli olarak gidecektim, ama görev emrini alınca aynı çantayla buraya geldim”
Bu söz Paşanın çok hoşuna gitti ve; “Bakın gerçek bir vatansever” diyerek beni övdü. Daha sonra devam etti:
“Bak oğlum benim senden istediğim önemli bir görev var.
Bu Yunanlılar aramızdaki sınır olan Meriç Nehrinin kendilerinden olan tarafına 7 metre genişliğinde 5 metre derinliğinde bir kanal açmış.
Bu kanal sınır boyunca devam ediyor.
Sulama amaçlı yaptıklarını söylüyorlar ama amaçları bizim olası bir taarruzumuzda Meriç’ten sonraki ikinci bir su engeli koymak.
Benim istediğim işte bu ikinci olarak yapılan kanaldaki geçiş noktalarını tespit etmek.
Bu nedenle sana bir uçak vereceğim.
Sen uçakla sınır boyunca bu kanalın üstünden uçarak geçiş noktalarını tespit edip fotoğraflayacaksın. Senden istediğim bu. Bunu becerebilecek misin?”
Paşa bunları söylerken elimdeki makinelerle bunu yapıp yapamayacağımın hesabını da bir yandan düşünüyordum.
Şu cevabı verdim:
“Komutanım. Uçakla şimdiye kadar hiç çekim yapmadım.
Helikopterle yaptım. Bu görevi yapmak için elimden geleni yaparım komutanım.”
Bu kararlı cevabım da komutanın hoşuna gitti ve ayağa kalkarak elini omuzuma koydu ve, “Başaracağına inanıyorum. Yalnız bana bak bu fotoğraflardan bir tanesini bile Hürriyet Gazetesinde görürsem seni iki inzibatla tekrar buraya alırım” diyerek gözdağını da verdi.

UÇAK TARLAYA İNDİ.

Uçak lafını duyunca hemen aklıma İstanbul geldi. Öyle ya havalimanı İstanbul’da var.
Ama Çorlu’da da var. Belki de oraya iner diye düşündüm.
Ertesi sabah erken saatte bizim Kurmay Yüzbaşı gelip beni jeeple aldı ve yola çıktık.
Fakat istikamet Edirne’den çıktıktan sonra kuzeye doğru gitmeye başladık.
Ben tabi nereye gittiğimizi sordum.
Yüzbaşı bana ikinci cihan harbinde kullanılan eski bir pist olduğunu orayı silindirlerle düzeltip uçağın inebileceği bir hale getirdiklerini söyledi.
Yaklaşık 45 dakika kadar gittik.
Sabah erken saatti. Hafif pus vardı.
Pist denilen eski bir yola geldiğimizde bütün karargah bizi orada beklediğini gördüm.
Ali Fethi Esener Paşa da oradaydı.
Herkes esas duruşta bizi bekliyordu.
Ben koşarak gidip selam verdim ve hazır olduğumu söyledim.
Uçak henüz gelmemişti. Saat 10.30’da uçak geldi.
Uçak dediğiniz tam bir pır pır.
İki kişilik. Pilot önde ben arkada olacağım. Pilotla tanıştım.
Fındıkzadeli karacı bir Üsteğmen’di.
Yakışıklı sempatik bir arkadaştı. Nasıl bir uçuş yapacağını anlattı.
“Fazla yükselmeyeceğim.
Ateş hattına girebiliriz ama Yunanlıların ateş edeceğini sanmıyorum.
Görevi haritadan gözledim.
Senin bu fotoğrafları çekebilmen için bizim ara sıra Yunan hava sahasına da girmemiz gerekir.
Çekinecek bir şey yok”

Adam çok rahattı ama ben tedirgin olmuştum.
Komutan bir kez daha selam verip uçağa yöneldik.
Uçak kalkmadan pilota, “Bir keşif uçuşu yapalım. Ben geçiş noktalarını görüp belli nirengi noktaları tespit edeyim. Sonra dönüp çekime başlarız” dedim.
Fındıkzadeli Üsteğmen bu önerimi akla yakın buldu ve havalandık.
Havalandık ama nasıl havalandık.
Pist sanki Arnavut kaldırımı gibiydi.
Kalkarken bütün iç organlarım sallandı. Yapacak bir şey yoktu.

TELE OBJEKTİFE İHTİYAÇ KALMADI.

Ben yukarıdan fotoğraf çekerken uzak olur gerekçesiyle tele objektife ihtiyaç olacağını düşünmüştüm.
Ama bizim pilot resmen alçaktan uçuyordu.
Bazı bölgelerde altımızda Yunanlı askerleri görüyorduk. El sallayanı bile vardı.
Ha, bu arada hatırlatayım.
Pilot benim oturduğum koltuğun yanındaki camı açabileceğimi söyledi.
Sürgülü bir camdı kelebeğini çevirip camı açtım.
Püfür püfür uçuyorduk. Ortam güzelleşmeye başlamıştı. Keyif alıyordum.
15-20 dakika kadar uçtuktan sonra belli noktaları kerterizlemiştim. Pilota dönebileceğimizi söyledim.
Uçak Balıkesir Bandırma üssünden geldiği için yakıt ikmalini kalkmadan oradan getirdiği bidonlar içindeki yakıtla yapmıştı.
Dönüşe geçip fotoğraf çalışmasına başladık.
Makineye bu kez normal objekti f taktım.
Öteki makineye de 35 lensi taktım. Hafif geniş açıydı. İkisiyle de çalıştım.
Karaağaç İpsala arasında gidip geliyorduk.
Son olarak biraz yükselip tele ojektifle de bir makara çektim.
Üç makara film bitirmiştim. Yaklaşık 18 geçiş noktası tespit etmiştik. Hepsinin de fotoğrafları çekilmişti.
Huzur içinde inişe geçtik.
Tabii o kalkışta yaşadığımız sarsıntının daha aşırısı inişte oldu.
Bu kez pilot bile, “Vay anasını bu kadarını ben bile beklemiyordum” demekten kendini alamadı. Aşağıda bizi bekleyenler için komuta kademesi yoktu.
Sadece bir Albay ve bizim Kurmay Yüzbaşı.
Filmleri uçağın altında çıkartıp kendisinin Edirne Orduevi Komutanı olduğunu öğrendiğim Albay’a verdik.
Albay filmleri Ordu Evinin içindeki fotoğrafhaneye götüreceğini ve ertesi sabah saat 09’da bizi orada beklediğini söyledi.

ORDUEVİNDE KAHVALTI.

Ertesi sabah 07.30’de bizim Kurmay Yüzbaşı geldi ve beraber Orduevine gittik.
Ben erken olduğunu söyleyince bana, “Şöyle güzel bir kahvaltı yapalım. Sen hasret kalmışsındır” dedi.
Çok hoşuma gitti. Utanmasam bir de, “Duş yapabilir miyim?” diyecektim ama ayıp olur diye söyleyemedim.
Zira yıkanmak diye bir durum yoktu.
Nitekim oraya gittiğimin 27.nci günü yani ikinci harekat da bittikten sonra Edirne’ye hamam izni çıkmıştı. Onun hikayesi da ayrı. Neyse.
Kahvaltı sonrası karanlık odaya geçtik. Filmler yıkanmış hazır bekliyordu.
Ben Yüzbaşıyı da yanıma alıp karanlık odaya beraber girdik üç kişiydik.
Görevli asker benim Agrandizör kullanabildiğimi görünce çok şaşırdı.
Ben de kendisine Dünya Gazetesinde her konuda yetiştiğimiz söyledim.
Beraberce üç filmi de inceleyip gerekli olanları 18×24 karta bastık. 35 adet kartı kurutma makinesine attık ve kahveleri söyledik.

KARARGAH ÇADIRINDA SERGİ.

Daha sonra basılı kartları Yüzbaşıyla beraber alıp Kolordu karargahına götürdük.
Paşa ya gösterecektik. Ancak gittiğimizde Ali Fethi Esener Paşa Ordu Komutanın çağrılısı olarak İstanbul’a gitmişti.
Bizler fotoğrafları hazırlanan panolara yerleştirip büyük çadırı içinde bulunan büyük toplantı masasının tam karşısına dizdik.
Ben birliğime döndüm. Havam çok iyiydi.
Tabur Komutanı Binbaşı bile bana karşı biraz daha hoşgörülü davranıyordu.
Bizim Kurmay Yüzbaşı birkaç gün sonra beni komutasını yaptığım Keşif Takımının olduğu yerde ziyaret etti.
Selam verip karşıladım. Elimi sıktı ve bana aynen şöyle dedi:
“Teğmenim Komutanım fotoğrafları çok beğendi. İşte çalışma böyle olur. Teğmene teşekkürlerimi iletin”
Ben görevim olduğunu belirterek tabi ki çok gururlandım.
Yüzbaşı ile Meriç’in kenarındaki 5 numaralı Hudut Taşının önünde birer çayı içtik.
Ali Fethi Esener Paşayla sonradan yollarımız tekrar kesişti.
Bu kez o emekli olmuş ve siyasete atılarak “Büyük Türkiye Partisi”nin ilk Genel Başkanı olmuştu.
Kendisiyle adını taşıyan otobüs durağında bir röportaj yapmış ve kendimi hatırlatmıştım.
Bu kez o çok mutlu olmuştu.

NİÇİN BUNLARI YAZDIM.

Ülkemiz üç bir tarafı dört denize kıyıları olan bir coğrafyaya sahip.
Bütün kıyılarımız Anayasamız tarafından özel olarak koruma altına alınmıştır.
İşte yapılması planlanan Kanal İstanbul’da devlet koruması altında olmalıdır.
Benim bu yazıyı yazarken kanal konusunda yapılan eleştirilerde güvenlik konusunun bir başka pencereden bakılmasını istediğimdendir.
Bazı eleştirilere göre şayet bu kanal yapılırsa, bu bölgede bulunan askeri gizli bölgeler ortaya çıkacak, kanalın batısında bulunan birliklerin ikmal ve takviyesi zorlaşacak ve en önemlisi Trakya’nın savunması zafiyete uğrayacak.
İşte ben kişisel olarak güvenlik konusundan yapılan bu eleştirilerin tam tersini düşünüyorum.
Ancak ben bu kanalın da yapılmasını iki açıdan istemiyorum.
Birincisi doğacak çevresel sorunların bölgede geri dönülmez bir şekilde büyük bir tahribat yaratacağına olan inancımdandır.
İkinci neden ise bunun için harcanması planlanan milyarlarca doları bulan paraların gençlerin iş bulmasına özellikle teknolojik eğitime harcanmasına verilmesini istiyorum.
Bakın yukarıda gerçek hikayede anlattığım gibi Yunanlılar Türklerin taarruzunu önleyebilmek için doğal bir engel olan Meriç’in yanına ikinci bir engel için açtıkları kanaldır. Adamlar 50 yıl önce bu önlemi almışlar.
Daha sonraki yıllarda bu kanalı arazilerinin sulanmasına kanalize etmişler.
Koskoca bir Türk Generali de bu konuda çok hassas davranıp bana bu kanal üzerinde geçişleri tespit için bu görevi verdi.

AKLIMIZ BAŞIMIZA 40 YIL SONRA GELMİŞ.

Yunanlıların 50 yıl önce yaptıkları kanalı tam 40 yıl seyretmişiz.
Bu arada Edirne’mizi yüzlerce kez sel basmış, milyarlarca lira zarara uğramışız.
Bu iş bu kadar basit.
Yani Kanal İstanbul’un güvenlik ve savunması ile bir alakası yok.
Şimdiki teknoloji o kadar çok şeye kadir ki yapamayacağı bir şey yok gibi.
Gizli askeri birliklerin yerini adamlar dronlarla elleriyle koymuş gibi buluyorlar.
Sivrisinek büyüklüğünde dron yapıldığı biliniyor.
Robot askerlerden oluşacak ordular hazırlanıyor.
Bakın daha bugün İranlı Generali dronla nokta atışı ile vurdular.
Bunlarla mücadele sadece teknolojiye yapılacak olan büyük yatırımla olur
Ama Yarımburgaz mağaralarını, Küçükçekmece Gölü altında saklı olan binlerce yıllık yaşamın izlerini, bölgedeki tarihi köprüleri, tabyaları, koruganları bir daha ne yapabilirsiniz, ne de bulabilirsiniz.
Çocukken Coğrafya derslerinde öğrendik.
Karadeniz’in altında belli bir mesafe sonrasında H2 S, yani Kükürt Sülfür denilen zehirli bir gaz var.
Karadenizin diplerinde bu nedenle hayat yok. İşte bu gaz kanal açılıp Marmara’ya sızarsa burayı da kaybedebileceğimiz söyleniyor.
Öte yandan İstanbul Boğazı’ndan Montrö Antlaşmasına göre yapılan gemi geçişleri için Uluslararası bir kuruluşta, örneğim Birleşmiş Milletler de bir forum yapılmasını isteyebilirsiniz.
Burada alınabilecek Klavuz Kaptan alınması zorunluluğu ve her gemiden havacılıkta olduğu gibi bir sembolik ayak bastı parası alınması gibi kararları aldırtıp onaylatma çabası sürdürebilirsiniz.
Bunlar benim aklıma gelenler.
Endişem yukarıda anlattıklarımdır.
Yoksa Kanal İstanbul’un güvenlikle bir alakası yoktur.
Sabredip okuduğunuz için teşekkürler.

Not: Fotoğraf, Edirne’de yapılan ve 2015’de açılan Kanal Edirne’dir. Benim çektiğim fotoğraflar ise belki askeri arşivdedir.

Faik Kaptan

Faik Kaptan