Çok uzun bir yazı oldu, çok daha uzun da olabilirdi. Yazarken epey emek harcadım, çok zevk de aldım. Sonunda içime sindi ve paylaşmak istedim. Maddi kaygılarım bittiği zaman mutlaka kitap yazacağım, bunlar da onun kilometre taşları olsun ve yeter ki okuyan çok olsun.
Thomas 1894 yılında Berlin’in banliyösü Steglitz’de dünyaya geldi. Sekiz çocuklu bir ailenin 5. çocuğuydu. Bir ablası 10 yaşında çocuk felcinden, bir kardeşi de 3 yaşında menenjitten ölecekti. Babası, Thomas’ın doğumundan beş yıl öncesine kadar Doğu Prusya’da kalan Königsberg’in bir köyünde çiftçilik yapıyordu ama ailesini geçindiremiyordu. Özellikle demir ve çeliğe bağlı ağır sanayi hamlesi fabrikalardaki işçi ihtiyacını sürekli arttırıyordu.
Mehmet 1954 yılında Kırşehir’in Mucur ilçesinin Dalakçı köyünde yedi çocuklu bir ailenin altıncı çocuğu olarak dünyaya gözlerini açtı. Adnan Menderes tarafından 1954 seçimlerinde cezalandırılan Kırşehir ilçe yapılmış, 1957 yılında cezası dolunca tekrar il olmuştu. Babası Hüseyin yoksulluğun hüküm sürdüğü bu diyarlardan kaçarak İstanbul’a gitmenin tek çare olduğunu düşünüyordu.
1904 yılında Thomas ilkokul 4. sınıfa geldiğinde Berlin’in nüfusu 15 yılda %30 artarak 2 milyonu geçmişti. Doğum oranları yüksekti ama Almanya’da doğan her 100 çocuktan 20’si 5 yaşına gelmeden ölüyordu. Erkeklerde ortalama yaşam süresi 47 yıldı. Penisilinin bulunmasına henüz 23 yıl vardı. Babasının çalıştığı fabrikaya yakın tek odalı bir dairede ve ortak tuvaleti bulunan iki katlı bir apartmanda yaşıyorlardı.
1962 yılında Mehmet ilkokula başladığında iki yıl önce ailece geldikleri İstanbul – Kartaltepe’deki bir gecekonduda oturuyorlardı. Babası Zeytinburnu’da bir deri fabrikasında işçi olarak, 15 yaşındaki abisi de bir kaportacıda çırak olarak çalışıyordu. İki yıl önce ihtilal olmuş, bir yıl önce de başbakan Menderes idam edilmişti. Türk siyasetindeki kin ve intikam tohumları sürekli yeşerecek biçimde atılmaya başlanmıştı.
Thomas ortaokulu bitirdikten sonra bir manavın yanına çırak olarak girmişti. Haftada 2 Mark kazanıp ev bütçesine ufak da olsa katkıda bulunuyordu. Almanya hızla büyüyor, bir sanayi, teknoloji ve bilim devi olma yönünde önemli adımlar atıyordu. 1871’de birliğini kuran Alman İmparatorluğu 1918’de kaybettiği 1.Dünya Savaşı’yla yıkılana kadar en çok Nobel ödülü kazanan ülkeydi.
Mehmet 1967 Haziran’ında ilkokulu bitirir bitirmez abisi gibi bir kaportacının yanına çırak olarak girdi. Çok sevdiği Beşiktaş o yıl da şampiyon olmuştu ama 1947’de açıldığında adı İnönü, sonra siyasi nedenlerle Mithatpaşa, sonra 1974’te tekrar İnönü ve nihayetinde tamamen duygusal sebeplerle en sonunda adı Vodafone Arena olmuşken orada da tepeden bir dokunuşla Vodafone Park olan boğazın kıyısındaki statta maç izlemeyi bırakın daha denizi bile görmemişti.
1914 yılına gelindiğinde Avrupa’da büyük bir savaş patlamıştı. Thomas da ilk cepheye yollananlar arasındaydı. Bir yıl önce oğlu Helmut dünyaya gelmişti. Maalesef 1916 yılı başında Verdun cephesinde binlerce Alman askeri gibi hayatını kaybettiğinde geride bir dul, bir de yetim bırakmıştı. 1918’de Almanya Versailles anlaşmasıyla çok ağır şartları kabul ederek teslim olmuştu. 1925’te Berlin’in nüfusu 20 yılda iki kat artarak 4 milyonu geçmişti. Helmut 12 yaşına gelmişti ve önünde hiçbir gelecek yoktu. Annesiyle birlikte alkolik dedesinin ve anneannesinin yanında yaşıyorlardı. Bir bakkalın yanına çırak girmişti ama enflasyon o kadar yüksekti ki halkın alım gücü günden güne eriyordu.
1974 yılında Kıbrıs Barış Harekatı sırasında Mehmet’in oğlu Hüseyin daha bir yaşındaydı ve babasının Lefke’de şehit düşmesiyle yetim kalmıştı. Türkiye bu harekat nedeniyle ambargoya maruz kalmış, Yunanistan’daki cunta hükümeti devrilirken Türkiye’de siyasi istikrarsızlıklar ve terör artmaya başlamıştı. 1980’e kadar adım adım tırmanan terör olayları önce 24 Ocak kararlarıyla ekonominin IMF’ye teslim edilmesiyle sonuçlanmış ardından da ABD’yle uyumlu çalışabilecek bir hükümet ve askeri cunta için 12 Eylül darbesi yapıldığında Hüseyin 2. Sınıfa başlıyordu ve İstanbul’un nüfusu 30 yılda 1 milyondan 2,7 milyona çıkarak %170 artıyordu.
30 Ocak 1933’te Hitler solcu ve komünist partilerin her zamanki gibi birbirlerini yemesi ve değişik ayak oyunları marifetiyle iktidara gelmişti. Helmut çok mutluydu çünkü uzun yıllardır Almanya’yı kurtaracağına inandığı adam nihayet başbakan olmuştu ve ülkenin üzerindeki ölü toprağını artık atılabilir, Almanya bir dünya devi olabilirdi. Ama öncelikle Alman halkının ekmeğini elinden alan Yahudiler ve yabancı güçlerin işbirlikçisi solcu, liberal ve komünistler etkisiz hale getirilmeliydi. Helmut zaten Nazi Partisi’ne üyeydi ve 1939’da savaş başladığında çavuş rütbesiyle doğu cephesine yollandı. Mayıs 1939’da 4,4 milyon nüfusuyla Berlin kendi rekorunu kırmıştı ve 60 yılda 4 kat artmıştı.
Hüseyin ilkokulu bitirdiği zaman Türkiye ithal mallarıyla tanışmış, Reagan – Thatcher ikilisinin dünyadaki neo-liberal politikalarından ülke nasibini almaya başlamıştı. Özal döneminde ithalat patlamış, İstanbul’un nüfusu beş yılda İKİ KAT artarak 1985’te 5,5 milyon olmuştu. Esenler’de dedesinin inşa ettiği 3 katlı sıvası ve boyası olmayan aile apartmanında dayılarıyla ve onların hanımlarıyla birlikte yaşıyorlardı. İlkokulu bitirir bitirmez Hüseyin Tahtakale’de bir handa çaycılık yapan dayısının yanında çalışmaya başlamıştı. 1986’da baba yadigarı Beşiktaş şampiyon olduğunda stada gitmese bile Eminönü’nden Beşiktaş’a yürümüşlüğü ve Boğaz’ı görmüşlüğü vardı. O yaşta bile o muhteşem manzaradan etkilenmişti.
1945 Mayıs’ında Hitler intihar ettiğinde Helmut 1943’te esir düştüğü Rus cephesindeki bir savaş esirleri kampından salıverilmişti. 4 yaşında bıraktığı kızı ve 3 yaşında bıraktığı oğlunu görmeyeli neredeyse 6 yıl olmuştu. Ruslar Berlin’i işgal ettiğinde karısı ve çocukları apartmanın bodrumunda günlerce saklanarak kurtulmuşlardı. Savaş bittiğinde Berlin’in nüfusu da 3’te bir oranında azalarak 2,8 milyona inmişti. Galip devletler ve özellikle ABD bu sefer aynı hatayı yaparak Almanya’nın gururunu fazla incitmeyecek ama Marshall Planı ve başka desteklerle ülkenin kalkınmasını ve kapitalist düzene entegrasyonunu sağlayacaktı. Bu arada demir bir perde ülkenin doğu tarafına iniyor ve diğer galip devlet Rusya da kendi payını istiyordu.
Hüseyin 1993’te Şırnak’ta askerliğini komando olarak yaparken bir mayına bastı ve sağ bacağının dizden altı koptu. Kendisine cüzi bir gazi maaşı bağlandı. Hayata küsmüştü çünkü askerden döndükten sonra evlilik planları yaptığı sözlüsü onu terk etmişti. 1996’da ortanca dayısının o zaman 18 yaşında olan kızı Gülnur ile evlendiğinde İstanbul’un nüfusu 8 milyona yaklaşıyordu ve öfkeli varoşlar 1994 yerel seçimlerinde zaten ilk tepkilerini vermişlerdi. Onlar da herkes gibi daha iyi ve konforlu bir hayatın düşlerini kuruyorlardı ve bunu onlara vermeyi vaat eden hele bir de başı secdeye değen, kendilerinden biriyse ideali buydu. 1970’lerde Karaoğlan’ın adını dağlara taşlara yazan işçi, köylü ve büyük şehirlerin yeni sahipleri artık çareyi üzerinden silindir gibi geçilen solda değil, başka yerlerde görüyordu.
Helmut ve ailesi Berlin’in batı tarafında kaldılar. Sonraki yıllarda bunun için Tanrı’ya hep şükredecekti. Gerçi sonuçta otomobil yedek parçası üreten bir fabrikada iş bulabildi ama savaşın o korkunç yüzünü gördükten sonra hayatta olması, ailesini kaybetmemesi bile çok önemliydi. Savaştan sonra Almanya zaten var olan üretim altyapısının üzerine sürekli koyarak çok kısa süre içinde tekrar ekonomik açıdan hatırı sayılır bir ülke haline gelmeye başladı. Tabii ki bunda savaştan büyük dersler çıkaran siyasetçilerin ve Amerika’nın ihraç etmeye çalıştığı ‘özgür dünya’ yanılsamasının da büyük payı vardı. Her şeye rağmen insanlar en azından temel ihtiyaçlarını büyük ölçüde karşılayıp asgari sağlık ve eğitim hizmetlerinden yararlanabiliyorlardı. Berlin’in nüfusu savaştan sonraki 65 yılda sadece 650 bin kişi (%23) arttı. Almanya bu süreçte 1950’de 4 milyar 275 milyon Euro olan ihracatını yaklaşık 300 kat arttırarak 2016 yılında 1 trilyon 206 milyar Euro’ya çıkardı ve geçen yıl 252 milyar Euro dış ticaret fazlası verdi. 1945’ten sonra 59, toplamda 105 adet Nobel ödülü kazandı.
Hüseyin sonraki yıllarda çeşitli işlere girip çıktı. En sonunda meslek lisesi mezunu olduğu için plastik enjeksiyon yapan bir fabrikada ustabaşı oldu. Iki kızı ve oğlunu okutmak için çok uğraştı çünkü cehaletin artık kutsandığı bir ülkede o her şeye rağmen eğitimin önemine inanıyordu. Kendi aklının almadığı şeyleri küçümsemek veya yokmuş gibi davranmak yerine en azından çocuklarının anlaması için önlerini açmaya çalışıyordu. Bu arada yaşamını devam ettirdiği Esenler artık ucu bucağı olmayan İstanbul’un bir parçası olmuştu ve orada da gençler babalarından veya annelerinden farklı olarak modaya uygun giyinmek, arkadaşlarıyla beraber sinemaya gidip dışarıda yemek ve en önemlisi de özgür olmak istiyorlardı. Köyden kentlileşmeye geçen süreçte aradaki varoş kültürünü atlayıp şehre entegre olmak onların da hayaliydi.
Türkiye bu sırada bütün ‘ekonomik büyüme mucizesi’ safsatalarına rağmen 1975’te olduğu gibi yine dünyanın en büyük 17. Ekonomisi olarak kalmıştı. Aldığı Nobel ödülü 2 taneydi ve 2016 yılında 56 milyar dolar dış ticaret açığı vermişti. 1950 yılında ihracatın ithalata oranı %92 iken 2016’da %72’ye düşmüştü. 2016 yılında Türkiye’nin tüm ihracatı 142 milyar dolar, Almanya’nın sadece otomotiv ve yan sanayi ihracatı 2014 yılında 250 milyar Euro olmuştu. Bunların ne kadarlık bir kısmı makam aracı olarak Türkiye’ye satılmıştır ve kaç tanesi Hüseyin ve ailesine nasip olmuştur bilemeyiz ama İstanbul’un 1950’de 1 milyon olan nüfusu belki de dünyada hiçbir yerde görülmemiş şekilde 67 yılda 16 kat büyüyerek 16 milyona ulaşmıştı ve ülkenin %0,8’ine tekabül eden yüzölçümüne karşın nüfusun %20’sine ev sahipliği yapmaktaydı. İstanbul bir kısır döngünün içine girerek sürekli daha fazla yatırım çekerek hesapsız ve kontrolsüz bir şekilde büyüyerek ülkenin çarpık düzeninin bir sembolü olmuştu. Helmut’un çocukları bugün doğru düzgün güneş olmayan ülkelerinde güneş enerjisinden faydalanırken Türkiye daha fazla HES inşa edip doğa katliamına öncelik vermekteydi.
Almanya daha az çoğalarak kişi başı geliri arttırırken daha bencil ve bireyci bir toplum olmuş, Türkiye ise bu sırada hızlı nüfus artışıyla daha eğitimsiz, orta gelir tuzağına saplanmış, kutuplaşmış ve öfkeli bir toplum haline gelmişti. Eğer mutluluğu insanların hayattaki nihai hedefi olarak düşünürsek Almanya 2017 yılında mutluluk endeksinde 16. Sırada, Türkiye ise 69. Sırada yer almaktadır. Helmut’un bugün 80’ine yaklaşan çocukları kış aylarında Türkiye’de 5 yıldızlı tatil köyünde her şey dahil kendi evlerinde yaşamaktan daha ucuza kalabilirken 1980’e kadar bütün Avrupa’ya vizesiz girebilen Hüseyin bugün Schengen vizesi alabilecek şartlara sahip değildir.
Bu arada benim Avrupa hayranı olduğum sanılmasın. Hele ki Almanya, üstelik de çocukluğumun 4 yılını geçirmeme rağmen yaşamak isteyeceğim en son ülkelerden birisidir. İkinci vatanım olarak gördüğüm ve 5 yılımı geçirdiğim İtalya’da bile gitmekten hiç sıkılmasam da nihayetinde en azından şu anda yaşama hayalim yok. Benim tek istediğim Türkiye’nin sahip olduğu potansiyeli hakkıyla yönetebildiği, insanların daha iyisini isteyebildiği, sorgulayabildiği, dogma, öfke, kin ve önyargıların hakim olmadığı bir ülke haline gelmesidir.
Niteliğe değil de niceliğe önem veren bir anlayışla geleceğini göremeyen nesilleri çoğaltmak yerine bilime ve eğitime önem veren toplumlar her zaman kazanacaktır. Kazanırken her zaman oyunu kuralına göre oynamayabilirler ama güçlü olanın kuralları da koyduğunu düşünürsek bununla rekabet edebilmenin tek şartı aklı ve mantığı ön planda tutmaktır. Kendini geliştiremeyen, çağa ayak uyduramayan ve dönüşemeyen toplumlar her zaman tarihin sayfalarına gömülmeye mahkumdur çünkü insanların nihai hedefi her daim daha fazla refah olmuştur. Daha fazla refah ise kullandığımız akıllı telefon ve bilgisayarlar, oturduğumuz klimalı ve kaloriferli evler, altımızdaki arabalar, bindiğimiz uçaklardır. Onları var eden teknolojiyi üreten toplumlar ise sadece onları tüketen toplumlara daima hükmedecektir. Her zaman böyle olmuştur, her zaman da böyle olacaktır.
Görkem Işık