“Altı yaşından itibaren gazeteci olmak istemiştim. Fakirdik. Beş kardeştik. Babamız erkenden gitmişti” Ünlü gazetecinin muhteşem hikayesi

Yaşar Gürsoy

Altı yaşından itibaren gazeteci olmak istemiştim.
Tren yolu hattında (Sirkeci-Halkalı) doğup büyüyen bir çocuktum.
istasyonlarda meyhane baskılarını satan çocuklara özenirdim.
Fakirdik. Beş kardeştik. Babamız erkenden gitmişti.
Annem dul-yetim maaşı ile ve ağabeylerimin eve getirdikleriyle yetinirdi.
On üçünde, yirmi yaşında bir adamla evlendirilen (o zamanın şartlarında) bir kız çocuğu için çoktan kadın olmuştu.
Onurluydu. Kibirli değildi. Suskundu. Oteritenin ne olduğu geretiğinde vardı. Beş erkek evlatla yapayalnız kalmanın ne olduğunu çoktan öğrenmişti.
Ben tekne kazıntısıydım. Babam öldüğünde annemin karnındaydım. üç ay sonra merhaba dedim dünyaya…
Annem insanları çok severdi. Kendisine nedenini hiç sormadım. Sorduğumda, suskun kalırdı.
Yumuşacık yanakları vardı. Çocukları, gençleri çok sever, yardım ederdi ama o yardımı kimseye söylemezdi…
Sonra bir gün en büyük abim Erol Gürsoy trenle eve gelirken Arap bir turistin unuttuğu (vermek istemiş kapılar kapanınca verememişti) fotoğraf makinesini elime tutuşturdu. Fotoğraf makinesinin markası: Canon Autamatic idi. Mekanikti. Flaşı, tepesindeydi. O zamanlar ucuz, dört patlar flaşlar vardı. Bu, dört kare çekebilmekti. Yıl, yanılmıyorsam 1985 idi…
Gazeteler o zaman gazete, çalışanlar gerçek gazeteciydi. İş bulmak güçtü. Köşe başları tutulmuştu. Lise ikinci sınıftaydım. Okulu değil, okul arkadaşlarımı severdim. Gazeteci olmak isterdim. O aralar gazetecilik okulunun adı Basın Yayın idi. İstanbul Üniversitesi ile Harbiye’deki Marmara makbuldü.
1980 darbesinden yeni çıkılmıştı.Ülkeyi Turgut Özal denilen biri yönetiyordu. Cumhurbaşkanı Diktatör Kenan Evren’di. Ben Türkiye Gazetesi’nde çalışıyordum. Cağaloğlu’ndaydı gazetenin yeri. İlk zamanlar gazeteye ayakkabılarımızı çıkararak girerdik. Küçük bir gazeteydi. Adı, yanılmıyorsam Güle Güle, ya da Günaydın olan bir apartmandaydı. Oradaç çalışıyordum.Güzel dostlarım oldu. Oysa ben bir hafta daha sabır etsem bir magazin gazetesinde (ŞEY Gazetesi) işe başlayacaktım.
Neyse, (Tren Yolu Çocuğu Kitabı’nda detayları veririm günün birinde)…

Ve hastane acil servislerinin köşesinden işten atılarak kurtuldum.
Çapa Tıp Fakültesi Hastenesi’de epeyce çalıştıktan sonra Sertel Kavaklıoğlu ustam sayesinde dönemin en önemli gazetesinde işe başladım.

Yıl: 1987.
Hürriyet Gazetesi. Genel Yayın Yönetmeni: Çetin Emeç.
Vay ki, ne vay! Ama ben zıpır muhabir bunun farkında değilim.
Gazete değil, sanki bir gayya kuyusu!
Kimler yok ki!?
Küçük bir oda, kapısı kapalı, içeriden telsiz sesleri geliyor. Orta boyun az altı bir adam, önünde telsiz, telefon ahizesi yağ bağlamış, sürekli telsizden birilerini bir yerlere yönlendiriyor, bir yandan telefonla itfaiyeyi, jandarmayı, polisi arayıp, “Bekleyin hemen geliyoruz!” diyor…

Adı: Rıfkı Kadam.
İstihbarat Şefi: Metin Dirim.
İstanbul Haber Müdürü: Uğur Cebeci.

Beni o an için ilgilendirenler, yani patronlarım onlar.
Ama bir de fotoğraf masası var. Dehşet bir ekip!
Mahir Çerçi, Haluk Özözlü , Kani TC Kani AtmacaSüleyman Arat, Selahattin Gökhan, Hayrettin Karateke… (Say say bitmez. O dönemin en ustaları.’ Aklıma gelmeyenler gücenmesin)
Haber Merkezi onlara keza!
Engin Bilginer, Kamil Başaran, Meltem Pusat, Sema Tükel, Hami Alkaner, Kasım Gence, (Say say bitmez. O dönemin en ustaları.’ Aklıma gelmeyenler gücenmesin)
Bense o aralar 19’nda, askerliğini yapmamış bir çömez….

Bilgisayar var ama yok. O zamanlar siyah ekrana yeşil yazıyoruz. Üstatların bilgisayarları masalarında ama ben ve benim ayarımda ya da az üzerimdeki orta ölçek muhabirlerin haber yazmak için bilgisayar bulması epey zor. Hele hele Selma Tükel’inkine…

Başladım işe. Görev yerim Bakırköy Adliyesi. Rıfkı Kadam peşimde. Sabah sekizde, (Adliye açılmadan) görev yerinde olmam gerek. Saat dokuzda Adliye polis bürosu’nda telefonuna yanıt vermezsem yandı keten gülüm helva, yani iş işten geçti…

Hürriyet Gazetesi böyle bir gazeteydi.
İş sahibi olmak, geleceğe güvenle yürüyebilmekti adı.

Gazetenin en küçüğü bendim.
Sonra bir gür sarı saçlı, mavi gözlü, uzun boylu biri geldi de, küçük olmaktan kurtuldum.
Adı: Burak Ersemiz idi.
Yemekhanemiz en üst kattaydı. Barı bile vardı. Akşamları iş çıkışında orada buluşulurdu. Ben az içerdim. Çok çalışırdım. Sabah sekizden akşam beşe kadar adliyede, sonrasında Uğur Cebeci’nin talimatlarıyla Muazzez Abacı’nın doğum gününe, Barbara Cartland’ın İstanbul ziyaretini takip etmeye , oraya, buraya, şuraya v.b işlere gönderilir, bir ertesi günün gündemini takip ettirilirdim.
Uğur Cebeci çalışkan bir müdürdü. Pek çok kişi kendisini sevmezdi. Ama gerçek bir gazeteciydi. Metin Dirim de ona keza. O zamanlar onlara kızılırdı. Hürriyet Gazetesi amiral gemisiydi. Herkes o gemide miço bile olmak için gayret ederdi. Kaptan olmaya çalışanlar ters-yüz olurdu.
Tamer Yüksel vardı. Okan Okan Sarikaya. Sonra Önay Yılmaz geldi. Ardından Fuat Uğur denilen biri…

Sonra ben ağustos ayında askere gittim.
Tam 550 gün yok oldum.
(Geldiğimde Uğur Cebeci ve ekibi Günaydın Gazetesi’ne geçmişti. Askerden gelmeden altı ay önce Cahit Akyol beni izinli geldiğim bir gün, “altı ay sonra bizimlesin diyerek ” ön transfer yaptı)

Hürriyett’ten Minik bir anı:

Elia Kazan ve Polonyanın Türkan Şoray’ı.(Adını unuttum)
İstanbul Film Festivali’ne geldiler. Kazananlara Ödül verdiler.
Görevim gece 24 gibi bitti.
Sabah adliyede olmam gerek. Haberi yazıp sabaha bırakmam lazım.
Çok keyifliyim. Daktilo değil, bilgisayar bulmuşum.
Ekran siyah. Kaptırmış haberi yazıyorum. Bir ara siyah ekranda beyaz saçlı birini fark ettim.
Arkama dönüp baktım, Çetin emeç’i gördüm. O saatte, orada işinin başındaydı.

Turgut Özen geldi.
Yaşı benden büyüktü. İyi bir adamdı.
Mürteza Akkaya vardı. İşinin ehliydi.
Eren Kayar vardı. Haber yazmamı pekiştirdi.
Savaş Çerçi’den uzun Marlboro içmeyi öğrendim.
Celal Korkut’tan fikri takibi…
Fotoğraf çekmenin inceliklerini öğrendim Fotoğraf Servisi’ndeki ustalarımdan.
(Daha niceleri var da?.. Onlar da sonra, bir anı kitabında…)

Bense, o yaşlarda sadece şu yaşlarımı düşünür, muhabir değil, gazeteci olmayı düşlerdim. (Umarım olmuşumdur?) Meğer yazar olmak da varmış. Altı kitap yazdım…

Sonra, aradan çok uzun yıllar geçti. (Bir gün anılarımı detaylı yazacağım) ROK’lar, foklar,b.klar türedi. Onlar da yetmedi, Nihat Doğanlar, Erman Toroğlu’lar (ve o kadar çoğaldilar ki; adlarını yazmaktan sıkılırım), kendilerine gazeteci süsü verdi. Oysa, gazetecilik suskun kalabilerek yapılabilen, ama kalemini kullanarak gerçekleri kamuya anlatabilen bir meslekti…

Her şeye rağmen, halen gerçek gazeteciliği çok seviyor ve çok ama çok özlüyorum…

(Anılar, Tren Yolu Çocuğu kitabında…)

Yaşar Gürsoy
17 Eylül 2018
Pazartesi
Çanakkale

Yaşar Gürsoy