“45 yaşındayım, ömrümün 9 yılını bilfiil yurt dışında yaşayarak geçirdim” Görkem Işık’tan nefis bir ülke tahlili

45 yaşındayım, ömrümün 9 yılını bilfiil yurtdışında yaşayarak geçirdim. 42 ülke görmüşüm; bazısını birden fazla, tahmini 3000 civarı film izleyip 1000’den fazla kitap okumuşum, iki yabancı dili iyi derecede, birini orta derecede biliyorum. Kendi yaşadığım ülkenin ve diğer memleketlerin kültürlerini hep merak edip anlamaya çalıştım.

Üniversitede iktisat okudum ve yeri gelmişken en temel konulardan birisi olan faiz-enflasyon ilişkisini daha birinci sınıfta Taner Berksoy hocadan öğrendim. 23 yıldır çalışıyorum, bunun son 14 yılında kendi işimi yapıyorum. Bunları size ukalalık olsun diye, kendini beğenmişlikten veya iş başvurusu yapmak için söylemiyorum, sadece aşağıda yazacaklarımın bir girizgahı olsun istedim.

Yıllardır bu mecrada genelde kendimi tatmin amaçlı ama okuyanların da olumlu geri bildirimleriyle beni motive ettikleri pek çok yazılar yazdım. Yukarıda kısa bir özetini geçtiğim bilgi birikimimi sağlayan deneyimlerimden yola çıkarak yüzlerce analiz, yorum, gözlem ve fikir yazısını kaleme aldım. Tabii ki körler-sağırlar birbirini ağırlar misali sosyal medyada hemen herkesin kendi meşrebine uygun düşünceleri dikkate alıp beğendiğini fark ettim ki çoğunlukla ben de öyle yaptım. Hatta ülkenin farklı fikirlere hoşgörü duyamama sürecinde nasıl arkadaşlık ve akrabalıkların yara aldığına da defalarca şahit oldum. Beğenmesem de en azından herkesi anlamak için bir çaba gösterdim ama bir yerden sonra tek yönlü ve özellikle kişilere veya ideolojilere aşırı bağlılıklar beni yormaya ve sabrımı zorlamaya başladığı için takipten çıkardıklarım da oldu.

Ben pek çok insan için ‘nasıl bu kadar kör olabilirler, nasıl bir kişi veya partinin peşinden adeta hipnotize olmuş gibi giderler?’ diye düşünürken bir yandan hayatlarının son 15 yılının en güzel seneleri olduğunu, yaşadıkları ortamın ne kadar değiştiğini, çoğunun pasaport sahibi bile olmadığı için dünyayı Türkiye’den ibaret sandıklarını, dolayısıyla dünyanın geri kalanındaki gelişmeleri bilmediklerini ve daha önce kendilerine yapılan birtakım haksızlıkların bu sefer başkalarının haklarını yemek pahasına da olsa nasıl intikamını aldıklarını da sempati duymasam da anlamaya çalıştım. İki yanlış bir doğru etmezdi ama Türkiye onlarca yanlıştan doğrular çıkarmaya çalışıyordu ve haliyle başaramıyordu. Ayrıca Türkiye’de en az iktidar kadar bir muhalefet sorunu olduğunu da uzun süre önce kabul ettim ki maalesef son günlerde ülkenin mevcut durumunda bile kendi içindeki kavgalarıyla umut vermekten bir kez daha ne kadar maharetle uzaklaştıklarını öfke ve üzüntüyle gördüm.

Üstelik bir Şubat 2001 krizi mağduru olarak o günlerde işimi kaybedip bambaşka bir ülkede yeni bir hayata yelken açtım ama belli bir yaştan sonra köklerin olduğu yerden uzaklaşmanın imkansız olduğunu fark ettim. Tabii Türkiye benim hayal ettiğim yönde değil, halkın çoğunluğunun tercih ettiği yönde gitmeye devam etti ki bu gidişatın çok sıkıntılara gebe olduğunu görmek için de kahin olmaya gerek yoktu. Ekonomi yüzlerce parametreden oluşur ve herkes işine geldiği gibi kendine göre yorum yapabileceği veriler bulabilir. Örneğin Türkiye’nin kamu borcu/GSYH oranı düşüktür gibi. Ancak resmin tamamına bakınca temel bazı göstergelerdeki bozulma uzun süredir çok barizdi.

Ne var ki iktidar seçmeni için rüya gibi geçen 15 yıla olanak sağlayan ve önceki dönemde olmayan küresel ekonomik ve siyasi konjonktürü, parasal genişlemeyi, bol ve ucuz kredinin yarattığı hak edilmemiş sahte zenginliği tabii ki anlasam da anlatamadım. Kapitalist sistemin sürekli geleceği satın alarak sağladığı gelişmeyi, aralardaki sert düzeltme hareketlerini ve küresel güçlerin belli birtakım tavizleri koparmadan muslukları açmayacağını gayet iyi biliyordum çünkü senaryo her yerde aynıydı. Akan parayı başka pek çok sektörü de besliyor diye inşaata harcamak en akıllıca tercih değildi ama milletin beton sevgisi her şeyin üzerindeydi. Bir de sonuçta Amerika’nın 30’lardaki Büyük Buhran’dan çıkmasına fikirleriyle öncülük eden Keynes’in dediği gibi ‘In the long run we are all dead’ yani ‘uzun vadede hepimiz öleceğiz’. Vadenin çok uzun olmasına bile bakmadan millet yarın ölecekmiş gibi harcayınca sorunlar da birikmeye başladı çünkü tüketim üretimin önünde gidiyordu.

Türkiye sonuçta bana göre her şeye rağmen üretimi ve sanayisi olan, buna mukabil katma değerli ürünü ve markası az ve yıllardır orta gelir tuzağından özellikle de eğitim sistemindeki hatalar ve ideolojik yaklaşımlar yüzünden kurtulamayan bir ülke. Şu anda ise mevcut döviz kuruyla bir alt lige düşerek orta gelir tuzağından acı bir şekilde çıkmış olduk. Artan nüfus ve düşük yaş ortalaması Türkiye’yi özellikle Avrupa’dan ciddi anlamda ayırıyor çünkü burada dinamizm ve yapma, çalışma isteği var. Ancak çağdaş bir eğitim anlayışıyla desteklenmeyince o nüfusun kalitesi ve seviyesi tabii ki yeterli olmuyor. Makro ekonomik verileri inceleyince de aslında Türkiye her şeye rağmen bu kadar ağır bir devalüasyonu hak etmiyor ama liyakat deyip de damat bakan olunca veya günümüz dünyasında Türkiye gibi 80 milyonluk büyük bir ülkeyi tek adam yönetimine emanet edince ‘piyasa’ denilen gizli el tepkisini en sonunda ortaya koyuyor ve bir ülkenin kaderini bir adamın kaderine bağlamanın ne kadar büyük bir hata ve risk olduğunu bize bütün çıplaklığıyla gösteriyor.

Dış güçler paranoyası da bana hiçbir zaman tam olarak tatmin edici bir açıklama gibi gelmedi çünkü dünya tarihine bakınca bütün uygarlıkların veya ülkelerin konjonktürel olarak sürekli saf değiştirdiklerini, ittifakların bozulup tekrar kurulduğunu gördüm. İnsanın doğasındaki bencillik ve açgözlülük var olduğu sürece de bu durum değişmeyecek. Bununla mücadele ise yine sadece eğitim, akıl ve bilgiyle yapılabilir. Hamasetin hiçbir faydası olmaz. Daha geçen yıl ‘Nazi’ diyerek itham edilen Almanya ile yakınlaşma, Rusya ile yaşanan büyük krizden sonra şimdi esen dostluk havası da bu değişkenliğin tipik örnekleri. Türklere 3 yıldır vize konusunda büyük zorluklar çıkartan ve Uygur Türkleri’ne baskı yapan Çin bile şu anda potansiyel müttefikler arasındaysa gerisini siz düşünün…

Bu kadar durum analizinden sonra ‘çözüm nedir?’ diye soranlara ise mucizevi bir reçete sunmayacağım ve devrimlere inanmayı çoktan bırakıp evrimlere odaklanan bir insan olarak birkaç kuşak sonra bütün kötülüklerin anası olarak gördüğüm hızlı ve kalitesiz nüfus artışının yavaşlamasıyla taşların yerine oturacağını, 3-4 kuşak gerektiren bu süreçte de sadece genç ve dinamik nüfusun tadını çıkarmamızın en mantıklı hareket olduğunu söyleyebilirim. Nasıl olsa sistemden en fazla şikayet etmesi gerekenler aynı zamanda onu en fazla destekleyip besleyenler. O zaman bize düşen de arkamıza yaslanıp izlemeye devam etmek. Türkiye’nin en önemli özelliği hatalarından hiçbir zaman ders almayıp sürekli aynı kısır döngünün içinde debelenmek olduğu için son 60 yıla iyi bakarsanız ne yapmanız gerektiğini de anlarsınız.

Görkem Işık