Rıfkı Baba’yı hatırlayanınız var mı? Hani, bütün ödüllerin gerçek sahibi olan Rıfkı Kadam’ı..

Rıfkı Kadam, Doğan Katırcıoğlu

Rıfkı Baba’yı hatırlayanınız var mı?
ORHAN CAN 

Bir yaz günüydü, saatler akşam üstünü gösteriyordu. Bab-ı Ali’nin emektarı Rıfkı Kadam, yani habercilerin Rıfkı Babası, o meşhur telsiz dinleme cihazının neredeyse içine girerek polisi dinliyordu.
Camlı bölgenin içinde istihbarat Şefi Özkan Altıntaş oturuyordu. Her zaman muhabirlerin haberlerini düzeltmek için daktilosunu çalıştıran Özkan Altıntaş’ın parmakları bu sefer masasının üzerinde evrak ayıklamakla meşguldü. Hayret, Özkan Bey ilk defa haber düzeltmiyordu. Oysa saatler gazetenin taşra baskısının yapılacağı zamana doğru hızla ilerliyordu.
Rıfkı Baba ise, kulağını alete dayamış polis kanalları arasında sörf yapıyordu. Aslında Rıfkı baba sörf yapmıyordu, “alet”, yani telsiz sörf yapıyordu. Çünkü, bir kanalda sessizlik oldu mu cihaz otomatik olarak  kanalları “tarıyordu”… 
Gazete Gazetesi’nin polis ve gece muhabirleri Ali AksoyerUğur Onur Urhan, Gökher Birdal, Orhan Can, Oktay Apaydın, Haydarpaşa Numune Hastanesi muhabiri Erdoğan Aktaş,   İrfan Demir gazeteydi. Oysa, bu isimlerin hepsinin aynı anda gazetede olması olağanüstü durumlarda olurdu. Diğer masada ise Kadriye Yılmaz ve  Özay Erat oturuyordu.
Rıfkı Baba telsiz dinliyordu ancak, Rıfkı Baba’nın dışında serviste hiç kimse çalışmıyordu. Dışarıdan görenler, `kahvede zaman öldürmeye çalışan bir gurup insan´ derdi.
Serviste tek çalışan Rıfkı Baba’ydı.. Çünkü,   2 şehit verdikten sonra gazetenin kapandığından, yarın Gazete Gazetesi’nin bir daha çıkmayacağından haberi yoktu ve kimse de ona söylemiyordu…
Rıfkı Baba telsiz dinler, ordan edindiği istihbarat ile muhabirlere iş söylerdi. Şurada, olay var, şurada, cinayet var, şurada şu var şurada bu var diye. Haberi alan ve “ne kadar sörti o kadar morti” diyen muhabirler, kendi el telsizleri alarak, sırtlarındaki fotoğraf makinelerini taşıdıkları çantalarıyla, başka bir deyişle sırtlarında taşıdıkları “dükkanları” ile gazete arabalarına bindikleri gibi olay yerine intikal eder ve haberi toplamaya çalışırlardı.
Haberi bütün unsurlarıyla toplayamayan bir iki eksikle birkaç sefer gelirse işten atılırdı.
İş zordu ama, boş zamanlarda yapılan şımarıklıklar da yöneticiler tarafından hoş karşılanırdı. İşte tam böyle bir esnada Rıfkı Baba’nın tuvalete gitmesini  fırsat bilen Uğur Onur Urhan, masa telsizinin kodlarını Hürriyet ve Gazete Gazetesi Muhabirlerinin kendi aralarında kullandığı telsizin frekans kodlarını girmişti.
Girdiği kanal da Siyasi Şube’nin kanalıydı. (Bu birim daha “Terörle Mücadele Şubesi” adını almamıştı.)
Uğur, Ali Aksoyer, Orhan ve diğer tüm arkadaşlar polis kodlarını ezbere biliyorlardı. Çünkü, ekmeklerini buradan kazanıyorlardı. Uğur Onureline aldığı gazete telsiziyle masanın altına girmiş, Ali Aksoyer’le konuşuyordu. Sanki kendileri birer polisti. Oysa sadece polisi taklit ediyorlardı. Çünkü, Rıfkı Baba telsiz dinliyordu. Polisiye işlerin nerdeyse çoğu Rıfkı Baba’dan geliyordu. Çok muhabir onun çıkardığı işlerden haber ödülü almıştı. (Gerçi, gidilen işlerin yüzde 80’i boş çıkıyordu ya. Olsun, en azından gidip kontrol ediyorduk.)
Masanın altna girmiş olan Uğur, “38.38 merkez” diyordu. Bu, bütün aktif muhabirlerin yakından tanıdığı dönemin Siyasi Şube Ekipler Amiri’nin telsiz koduydu. Uğur, masanın altında ekipler amiri olmuştu yani..
Ali Aksoyer de ona yanıt veriyordu; “Dinliyorum merkez.. “!
`38 38 konuşuyor, Beyazıt Meydanı’nda çatışma çıktı takviye gönderin. Ateş ediyorlar merkez´  Bu anonsu yapan Uğur‘du. Bir anda ekipler amiri olmuştu.
`Merkez Ali´ şöyle diyordu; “38 38, siz sıkı durun, ekipler yetişiyor… “
Bu anonslar geçerken, Rıfkı Baba bas bas bağırıyordu,   “komandolarım çatışma çıktı, fırlayın… “ Hiç kimse Rıfkı Baba’nın bu sözlerine aldırış etmiyor herkes oturduğu yerde oturuyordu. Rıfkı Baba, “Size çatışma çıktı dedim, araba alıp olay yerine gitsenize!” diyor, ama hiç kimseden `tık´ alamıyordu.
Rıfkı Baba delirmiş gibiydi, avazı çıktığı kadar bağırıyordu. “Çatışma çıktı diyorum, kimse beni dinlemiyor mu?” Evet kimse dinlemiyordu ama telsizden sahte çatışma anonsları geçmeye devam ediyordu.
Rıfkı Baba delirmiş gibiydi. Her “Çatışma çıktı, size ne oldu işe gitmiyorsunuz” türünden bağırdığında boğazındaki toplardamar, atardamar Çoruh Nehri gibi belirginleşiyordu. Yüzü, her haykırışında kırmızı bir pancara dönüyordu… Şalgam misali.
O atak haberciler, öylece oturuyorlardı. Camlı odasının içinde bulunan İstihbarat Şefi Özkan Altıntaş ise olup biteni izliyor ancak ses çıkarmıyordu. Yılların tecrübesi, gençlerin çevirdiği `tezgahı´ anlamıştı. Pis pis bakıyordu çünkü. Sinirli olduğu belliydi ancak, çok güvendiği ve çok işler başardığı ekibe ses çıkarmıyordu. `Oltaya´  gelen Rıfkı Baba’ydı…
Rıfkı Baba, bu garip tutumunun karşısında hemen polisin telsiz merkezini arıyordu. Polis Telsiz Merkezi’nde, yüzünü görmeseler de  her polis onu tanırdı.
Baba, `telsiz Merkezi´ ile konuşuyordu.. `Evlatlarım´ diyordu, `Çatışma çıktı Beyazıt’ta, son durum ne?´
`Ne çatışması baba, yok öyle şey´
 diyordu telefonun uçundaki ses. Ama babanın masasındaki telsiz dinleme aleti öyle demiyordu, sesini değiştiren Uğur Onur cıyak cıyak bağırarak nasıl çatışmaya girdiklerini, zor durumda oldukları anlatarak,   askeriyeden yardım istiyordu…
Masa altından konuşan Uğur, helikopter istiyor, tank ve komando birliklerinin Beyazıt Meydanı’na gelmesini istiyordu…
Kulaklarıyla bunu duyan Rıfkı Baba, telefonla konuştuğu genç polise, `yalan söylüyorsun.. Bak, bak, bak! 38 38 yardım istiyor´ diyordu..
Gerçek 38 38 kodlu amirin hiçbir şeyden haberi yoktu. Telsiz merkezi babayı çok sevdikleri için 38 38′i telefonla bulup Rıfkı babayla konuşturuyorlardı…
Baba soruyor; gerçek 38 38, “Yok baba, bak şuradayım ve çay içiyorum, yok öyle şey” diyor, ama Uğur gizlendiği masanın altından 38 38’in sesini taklit ederek çatışma haberleri vermeye devam ediyordu..
Rıfkı Baba şaşırmıştı, telefonda gerçek 38 38 `çatışma yok´ diyordu aynı zamanda masasının üzerinde bulunan telsiz dinleme aleti 38 38’in yardım anonslarını dinliyordu.
`Sen de yalan söylüyorsun´ diyordu Rıfkı Baba polis müdürüne. Oysa müdür doğru söylüyordu hiçbir şey yoktu ve gerçekten çay içiyordu.
Uğur, durmuyordu ki.. Anonsa devam! Veriyordu gazı, veriyordu gazı! Rıfkı Baba bu defa, Hürriyet, Milliyet gibi gazetelerdeki arkadaşlarını arıyor ve durumu anlatmaya çalışıyordu…
Şimdi bakın, yalan da olsa, doğru gibi gelmiş bir ince bilgi parçası bir habercinin yüreğine ateş gibi düşer. “Ya doğruysa” der. “Ya doğruysa!”  
İşte, bu “ateş” yandı mı, hamuru iyi olan haberciyi tutamazsanız… Doğruca yola çıkar, olay yerine doğru!
Bir telsiz dinleme üstadı olan Rıfkı Baba böyle bir büyük bir olayda yanılmış olamazdı. Gerçekten de Rıfkı babanın önündeki telsizden yükselen seslere göre Beyazıt Meydanı’nda kan gövdeyi götürüyordu.
Hani, bir habercinin gönlüne haberin küçük bir `ateşi´ düştü mü artık yerinde duramazdı demiştik ya, bu durum polis için de geçerliydi. Polis telsiz merkezi de Rıfkı Baba’yı tanıdıkları için ondan gelen telefona inanırlardı. Ancak, kendilerine gelen ne bir ihbar ve ne de kendi telsizlerinden arkadaşları bir çatışma anonsu yapıyordu.
Amaaa, Rıfkı baba onların da yüreklerine O büyük `ateşi´ düşürmüştü. `Ya doğruysa!´
Ve telsiz merkezi, “Bir ihbara göre Beyazıt Meydanı’nda bir şeyler oluyormuş” türündün çağrılar yapmaya ve ekipleri bölgeyi kontrol etmeye sevk edince Bab-ı Ali’de kızılca kıyamet kopuyordu. Her gazete diğer rakip gazetenin kendi arasında muhaberat yaptığı  telsizi dinlediği için fotoğraf makinesini soluğu Bayazıt Meydanı’nda alıyordu.
Giden büyük bir hayal kırıklığı yaşıyordu. Beyazıt öylesine normaldi ki. Beyazıt’ın o ünlü Hergele Meydanı bile her  zamankinden çok daha olağan görünüyordu.
Elbette, polisin ve diğer gazetelerin olay yerine gitmesini ancak, kendi adamlarının yerinden bile kıpırdamadığını gören Rıfkı Baba,   son çare olarak, Özkan Altıntaş’ın odasına bir şimşek gibi giriyor, “Özkan, Beyazıt’ta büyük çatışma var ama bizim çocuklar kıpırdamıyorlar yerlerinden” diyordu.
Olayı bir film gibi izleyen Özkan Altıntaş, “Baba, Ne çatışması, gazete kapandı bu 1, sonra masanın altından seninle dalga geçiyorlar bu da 2” diyordu.
Baba şok olmuştu, gazete kapanmış mıydı, masanın altından anons mu yapılıyordu…
Elindeki kalemi kulağının arkasına sokan Rıfkı Baba muhabirlerin oturduğu masaya gelerek, “Nasıl yaptınız bunu ha nasıl yaptınız” diyordu.
O sırada, Uğur masanın altından elinde, gazetenin telsiziyle çıkıyordu. Baba gülüyordu biz gülüyorduk! Nasıl olsa yarın gazete bir daha çıkmayacaktı? Akşam, veda yemeğinde herkesin konuştuğu Rıfkı Baba’nın nasıl “oltaya” geldiği değil, o anlı şanlı diğer gazetelerin “büyük”habercilerinin  nasıl “taklaya” geldiğiydi!
Nur içinde yat Rıfkı Baba! 
Nur içinde yat Sami Başaran.. !!
Nur içinde yat Kamil Başaran.. !!
Nur içinde yat Orhan Olcay.. !! 
İsimlerini unuttuğun her arkadaştan özür dilerim..

Orhan Can
Nam-ı diğer
Ben CAN; Orhan Can..
En Kalbi Muhabbetlerimle..

Bu yazı, yıllar önce www.medyaradar.com sitesi için Orhan Can tarafından yazılmıştır..
NOT: Fotoğrafta, Rıfkı Baba’nın (Rıfkı Kadam) yanında duran efsane gazeteci Doğan Katırcıoğlu’dur..
Onun da onlarca büyük hikayesi vardı…
Fotoğraftaki diğer genç muhabir ise Özay Erat’tır..
Özay, yıllardır TV haberciliğinde başarılı haberlere imza atmaya devam etmektedir..