Oysa biz ne de iyi çocuklarmışız…

Oysa biz ne de iyi çocuklarmışız…

Mesleği gazetecilik olanın eş, çocuk ve hayat arkadaşları anlar ancak birazdan yazdıklarımı.
Eskiden, gazetecilik diye bir meslek vardı. Hatta biz dediklerimden de öncesinde tabii ki. Sokakta yürürken görenlerin ceket düğmelerini ilikledikleri gazeteciler… Enfes bir meslekmiş gazetecilik. En az doktorluk, öğretmenlik, avukatlık v.b..

Ve biz! Yani benim, iyisi-kötüsüyle doya-doya yaşadığım tadına vardığım iki evladıma miras bırakacağım onurlu mesleğim “gazetecilik…”

Bilenler bilir, hayatım boyunca başka hiçbir meslekte çalışmadım. Altı yaşında Kazlıçeşme Tren İstasyonu’nda gördüğüm meyhane baskısını satan çocuğa duyduğum hayranlıkla başlayan o sevdam, on altı yaşımda hayata geçmişti…

Güneş Gazetesi’ni hatırlayanlar bilir. Laleli Ordu Caddesi’nden, Sultanahmet Meydanı’na çıkarken Beyazıt Kütüphanesi’nin arka sokaklarından birindeydi. Soğuk bir Mart günü gazetenin önünde liseli gençler ip gibi dizilmiş tir tir titriyorduk. Muhabirlik ne idi, gazetecilik ne idi, ya yazar olmak? Ben dâhil hiçbirimiz bilmiyorduk. Öyle kalabalıktık ki; yüzlerce genç liseli ellerinde çakma fotoğraf makineleriyle sıramızın gelmesini bekliyorduk…

Yüzlerce fahri muhabir arasından pıtrak gibi çıkıvermiştim. Kabul görmenin ama her şeye rağmen direnmenin ve en önemlisi her şeye rağmen “adam” olmanın, ileride “gazeteci” olabilmenin hazzını yaşamak? Yıllar alacak bir serüvene başlamak!

Hayatın kendisi zaten serüvendi. Lise ikiye giden hayta bir öğrencinin yapabileceği bir iş olabilir miydi gazetecilik? Sahi muhabirlik ne demekti? Ya köşe yazarlığı? Yöneticilik? Hayali bile cihana değer kabilinden bir başlangıç. Uğruna ne denli fedakârlıklar yaşayacağını kestirememek. Belirsizlik içinde bir yaşam biçimi? Aile olabilme kavramı? Geleceğin? Onlarca kimliksiz, belirsiz soru?..
Her meslekte, her çalışanın kendine özel anısı vardır elbet. Tabii ki; benim de…

Her ölümün; aslında her gönderdiğim sevenimin ardından yaşamışımdır bunu. Yazmak! Suya bırakıp, usulca göndermek gibi bir duygu…

Altı yaşında, Veliefendi Hipodromu’nun yakınlarındaki b.klu derede kibrit çöpü yarıştırmak gibiydi gazetecilik. Dedim ya; on altı yaşımdaydım. Yol bilmez, iz takip edemezdim. Ama bir şansım vardı. Ben ve benim gibiler her daim kendilerinden büyük ağabeylerle yol aldı…

Gün geldi, muhafazar bir gazetenin yönetici tarafından şimdiki aslan parçam oğlumun annesiyle Cuma vakti el ele gezerken göründük diye gammazcıların ispiyonuyla on sekiz yaşımda işsiz bırakıldım…
Hadi daha doğrusunu anlatayım isim vermeden; sizler merak etmeden. Haber Müdürü idi. Şimdi sorsan hatırlamaz. Milletvekili oldu, partisince sonrasında gönderildi. Oysa, Sultanahmet’te bir öğlen vakti Sultan Pub’ta sadece oturuyorduk oğlumun annesiyle. Dört yıl sonra büyüdük evlendik, aslan parçamız yıllar sonra büyüyüp Sinema-TV okudu, “Baba senin meslek riyakar” kabilinden birkaç lakırdı edip reklamcılığı seçti. “Eyvallah!” dedim. İyi de etti.
Attan inip eşeğe binmedik tabii. Bu meslekte güzel insanlarda vardı. Sertel Kavaklıoğlu, Hürriyet Gazetesi İstihbarat Şefi Uğur Cebeci ile görüşmemi sağladı. Var olsun!..

Gittim, konuştum, işe başladım. Hürriyet Gazetesi! Müthiş bir okuldu ama aynı zamanda kurtlar sofrası. Sadece foto muhabirleri servisi bir sanatçı tayfası: Kani Atmaca, Süleyman Arat, rahmetli Mahir Çerçi, Haluk Özözlü, Selahattin Gökhan, Hayrettin Karateke; ismini hatırlayamadıklarım…
Her biri foto muhabiri değil, birer fotoğraf sanatçısıydı.

Peki ya muhabirler? Tam anlamıyla bir Holywood. Şirkete girerken ayaklarınız geri giderdi. Sağlık muhabiri Selma Tükel, Meltem Pusat, Tülay ve Engin Bilginer, Kamil Başaran, Ateş Çelik, Engin Giray; say say bitmez.

Şimdiki bilgisayarlar yoktu. Kara ekranda yeşil yazılar geçerdi önümüzden. Haber yazmak için o bilgisayarlardan birini yazıp Uğur Abiye göndermek tam anlamıyla bir maceraydı. Haberin önem derecesi hiç önemli değildi. O bilgisayar az önce adını verdiğim kişilerin önündeyse, onun olurdu.
Rekabet sadece çalıştığımız gazetede yoktu. Bir de alanı vardı bu işin. Şefin emri ,demiri keserdi. “Git, o fotoğrafı çek, gel!” dediğinde günlerce eve gitmediğimiz olurdu.
Bir örnek;
Siz hiç hayatınızda, 30 kişinin bulunduğu bir fotoğraf karesi çektiğinizde isim soyad ve ne iş yaptıklarını not aldınız mı? Üstelik fotoğraf çekildikten birkaç dakika içinde…

Bir ölü evinden vesikalık almak kadar zor bir görev var mıdır mesela? Düşünsenize canı gibi sevdikleri bir yakınını kaybeden bir ailenin evine gidip, “bir vesikalık fotoğrafı var mı mevtanın?”
Komik, değil mi? Öyleydi. O vesikalığa ulaşmak ve okuyuculara o haberi bir gün sonra ulaştırmak için kahrolduğunuz anları bir düşünsenize…
Vesikalık fotoğraf çekemediğiniz için morga girip ceset yüzü çektiniz mi hiç? Hiç sanmam!

Günler ayları, aylar, yılları kovaladı. Ülkenin gerçeği buydu. Tan gazetesini gördü bu ülke, Bulvar…
Tavır koyduğumu sanmayın belki de gerçek gazeteler onlardı, şu an piyasada bulunan çakma gazetelerle karşılaştırdığınızda…

Kimi zaman bir sinagog patlatıldı, “Allahsızlar!” manşeti gördü Türk insanı, kimi zaman minik bir cinayet sonrasında absürd bir sekiz sütun: “YAZIKLAR OLSUN!”

Her dönemin kendine has bir yaşam biçimi vardır. Meslek ne olursa olsun hiç önemli değildir. Hükümetler için de bu geçerlidir.

Tek partili hükümetler, en tehlikeli olanlardır aslında. Barıştan uzak, kutuplaşmaların yaşandığı anlardır o zamanlar. Tek olmak isterken birileri bir de bakarsınız ülkenin terazisi şaşıverir. Elbette, “koalisyonlarda pek işe yaramaz!” diyebilirsiniz. Cevap: Kardeşçe yaşamayı bilirsek neden olmasın?
Biz gazeteciler kardeşçe yaşamasını en iyi bilenlerizdir aslında. Yazının başından beri sıkılmış olabilirsiniz ama bu yazının “amacı” budur:
“Kardeşçe yaşamak!”

Biz o dönemin çocukları iyi çocuklardık!

Havalimanı muhabiri olmak en iyisiydi. Oysa zordu. Kan görmezlerdi ama her birimizden daha dikkatli olmaları gerekirdi. Faik Kaptan abi. Rauf Gerz…

Polis muhabirliği zordu. Ama en azından sıcak bir odada geliştirdikleri samimiyetle en özel haberleri alabilirlerdi.
Adliye muhabirleri de ona keza. Adeta bir mübaşir gibi adliyeye erken saate gelir, akşam beş odlumu evlere ya da gazetelere haber yazmak için gidilirdi. Sağlık, belediye v.b muhabirler de üşümezdi.

Hastane muhabirliği en zoruydu. Yazın boğulmalar, kışın yangınlar, kurşunlamalar, bıçaklamalar, trafik kazaları; her biri içinde kan olan ve dram yüklü anlardı. Acil Servislerin önünden birkaç dakika ayrılmak bile işten atılmak için minik bir nedendi. Hangimiz 1956 model bir Playmounth’un içinde donmak üzereyken yine meslektaşının dikkatiyle hayata dönmüşünüzdür? Ya da gecenin bir yarısında ikiz kız kardeşin masmavi gözlerinin trafik kazasında yerlerinden çıkıp size baktığını yaşamışınızdır? Ya da bağırsaklarını iki avucuyla toparlamaya çalışıp acil servise hiçbir şey olmamış gibi girişini görmüşsünüzdür? Peki ya erkeklik organına metal su borusu takıp, ereksiyon olan bir akli dengesi bozuk kişinin o borudan itfaiye erinin kaynak makinesiyle kurtuluşunu kaç kişi izlemiştir? Hepsi birer acı! Ama acı olan bir babanın arabasını geri sürürken ezdiği oğlunun beynini evinin önünden su sıkıp süpürgeyle süpürmesi?.
Burak Ersemiz vardı mesela. Selçuk Eken, Hakan Kumuk, İlker Taş, Hakan Burmabıyık, Muammer Bövelek, Sezai Elgin, Mustafa Erdoğan, Erhan Songür. Rakip ama dost. Dost ama rakip. Ama en önemlisi gazeteci; “önce insan, sonra gerçek gazeteci”
Ve sonrasında savaş alanları, deprem bölgeleri; torununa sarılıp ölen bir babaanne, eşini kurtarmaya çalışırken bedeninin yarısını beton yığınının altında bırakmak zorunda kalan bir koca…

Tüm bunları yaşayan ve gazeteleri, televizyonlarına gönderip gerçekleri gözler önüne koyanlara gazeteci denir; her ne kadar, “hadi oradan haber yapmasanız da olurdu!” diyenlere inat. Kaçımız haber izler? Ne den en çok haber bültenleri izlenir? Yanıtım: “Hadi oradan!”

Son on beş yılda kendilerine gazeteci diyen bir grup sözde gazeteci türedi. Adını sanını bilmediğimiz, ahkâm kesen, şımarık, yalaka, pervasız, ecdadına bile hakaret eden, şeref yoksunu, hadsiz, fırsatçı, mitoman…

Baki Avcı’yı da son yolculuğuna uğurladık. Güle güle Baki Avcı.

Bir satır önce sözünü ettiğim gazeteciler(!) yoktu. Çünkü onlar,çoktan yalanlarını söyleyecekleri haber programlarına koşturmakla meşguldü. Size de güle güle; şimdiden!..

Yaşar Gürsoy
16 Ocak 2018
İstanbul