“2002 yılına haber için gazetecilik yapılırdı. Parası az bir meslekti. 2007’de birileri çıktı ortaya”

2002 yılına kadar gazetecilik diye bir meslek vardı. En azından öyle yorumlanırdı.

Haber için gazetecilik yapılırdı. Gönülden yani. Parası az bir meslekti birçokları için. Şansı yaver giden iyi bir gazetede iş bulur, gerçekten de haberci ise geleceğe dair sağlam temel ve kolonlar atarak yoluna devam ederdi.

Bu yolculuk öyle sanıldığı gibi kolay olmazdı. Muhabir, muhbir değildi. Polis muhabiri, polisin, adliye muhabiri savcının, hastane muhabiri doktorun ya da dekanın muhabiri değildi. (Kimileri öyleydi. Ama konumuz bu değil, o ayrı bir yazı konusu 😉

Bazı gerçek muhabir arkadaşlar polis, yurttaş ve gazetecilik arasındaki ince çizgiyi çok iyi korudu….
Ama kimileri hiç tereddüt etmeden safını belirledi; kimi zaman hücre infazlarında polisten önce gitti olay yerlerine, kimileri de nefretle karşıladı, etik bulmadı yaşanılanları.

Kimileri solcuydu o zamanlar, sağa saptı, kimileri sağdan sola, kimileri orta yolda ilerledi. (Hepsine eyvallah demekten başka bir şey söylenemez)
Mesele, yazının başındaki yılla ilgili. O yıldan öncesi aslında sözünü ettiğim yıldan sonra yaşanılanların temel taşı.

Mesleğe 1984 yılının mart ayında Güneş Gazetesi’nde Mart ayında başladım diyebilirim. Gündüz Serdengeçti hocam fotoğraf editörüydü. Rahmetli Altan Aşar istihbarat şefim.

Ulvi Yanardağ o dönemin en baba polis muhabiriydi. Mete Akyol’u “ayakkabılarımı git aşağıdaki boyacıda boyat ” demesi dışında pek sevmiştim. Daktilosunu yanlışlıkla kullandığımda her ne kadar kızıp sinkaf etse de sonraki günlerde can ciğer kuzu sarması olmuştuk.

En çokta İsmet İnönü’nün bir resepsiyonuna garson kılığında girip özel haber yapması hafızamda kalmıştı. (Yıllar sonra ben de kimi zaman doktor, kimi zaman ….. kılığına girerek toplum yararına epey haber yaptım. )
Ve gelelim 2002 yılına. Aslında gerçek gazetecilik; yani muhabirlik televizyonların özel sektörce kullanılmaya başlanmasıyla bozuldu. Ve sonra siyaset tabii ki. Zira diktatörlük; yani darbe sonrası hükumetleri ve tek partili hükumetli yıllarda gazetecilik ayaklar altına alındı.

Ama en kötüsü 2007’den sonra başladı. Ergenekon, Balyoz, v.s… Adı sanı duyulmayan gazetecilerin bu konularla ilgili kitapları bir anda piyasaya yayıldı. Pıtrak gibi çoğaldı, okundu ama o kitapları yazanların kim olduğu daha sonraki yıllarda anlaşılacaktı.
Rok, Şamil, (v.b) Az önce sözünü ettiğim konularda kitaplar yazıp, Genel Kurmay Başkanı’nı bile suçlayarak onlarca günahsız Fetö mağdurunu günahkar ilan etti.
Eski sendikacı solcular, yalakalıkta sınır tanımayan zevzek işadamları v.s televizyon kanallarında iş kapabilmek için acımasızca saldırdılar. Ne gazetecilik kaldı ne de ahlak!

Mayıs ayında yarım asırlık bir canlı olacağım. O yarım asrı 16 yaşından bu yana gazetecilik, televizyonculuk, haber programcılığı, yazarlık gibi işlerde geçti. Başka hiçbir iş yapmadım; yapamadım. Birçok kez işsiz kaldım. Kimi zaman muhabirlik kimi zaman yöneticilik yaptım.

Hafızam yanıltmıyorsa muhabiriyken majör bir televizyon kanalının haber genel yayın yönetmeni oldum. Düşünsenize maaşınız bir lira iken beş altı katına çıkıyor, altınıza araba veriliyor, onlarca arkadaşınız bir anda sizin görev alanınıza sokuluyor. Masa, koltuk, dolaplar, büyük bir oda. …

İşte tam da o zaman anlıyorsunuz insan olmanın gerekliliklerini. Mesela biri olmadık bir vakittte (kadın erkek farketmez) telefon açarak bir sonraki günün akşamı sizi akşam yemeğine rakı içmeye davet edebiliyor. (çok severim rakıyı) Kimi zamanda işe erkenden gelen bir arkadaşınızın evinden getirdiği kahvaltılıkla güne başlayabiliyorsunuz…

Ben genellikle sabah kahvaltılarını; (kimse bilmez) şöyle yapardım. Bilenler bilir. Artık yazabilirim 🙂
Haber Merkezine bağlı çalışan ulaştırma görevlisi arkadaşlarımın herbirine akşam bülten çıkışı, “Ben makam aracı almadım, rica etsem beni sabah saat 7 gibi sen alabilir misin? Ama gelirken yanında eşinin hazırladığı haşlanmış yumurta, ya da börek çörek v.s ne varsa getir” derdim.
Bu sözleri, ulaştırmada görevli arkadaşlarımın her birine ayrı ayrı söylerdim. Sabah saat 7 olduğunda, evin önünde beni almaya gelen bir kaç araba ve arkadaşımı görmek çok hoşuma giderdi. Hepsini alır kimseler iş yerine gitmeden, dışarıda bir parkta kahvaltı eder keyifli sohbetler ederdik.
Bunlar yaşanırken çoktan 2008 olmuştu. (Detaylara girerek kafanızı ağrıtmak istemem.)
Yüce Kuvvetler(!) gazetecilik ve o mesleğin etiğinin içine etti. Aslında gerçek kötü, bu güzelim mesleği bu hale getiren iş adamları ya da ceolar değildi gerçek anlamda. Bence gerçek suçlular biat eden solcu, kürt milliyetçisi, ülkücüsü; ani sapmalarla cenderelere girenlerdir.

Ani dönüşler iyi değildir. Viraja girerken frene basmazsanız kıçınızı devirirsiniz. Kıçı kurtarırsınız belki ama kaportadaki hasar bile ileriki yıllarda bir balıkçı kasabasındaki hayalinizi bile sizden alabilir. 😉
Yaşanılan anlar değildir sadece insanın kendine olan saygısı. “Ceddin, cibiliyetin, akrabaların ve ailen ve tabii ki soyunu sürdürecekler hiç mi önemli değil?” diye sormazlar mı bir gün?

Sözün özü; 16 yaşından bu yana gazetecilik yaptım. (İki yıldır emekli)

Ama 2007 yılından sonra kendini gazeteci ilan eden, tertemiz insanların üzerine basarak gazeteci olduğunu ilan ederek şerefsizce maddi manevi yol alanlar günün birinde mutlaka çok utanacak diye düşünüyorum. (Ayrıntılar günün birinde TREN YOLU ÇOCUĞU kitabımda…)

Uzun oldu. Af edin.
Okuyan ve paylaşanlara yüreğimin derininden bir buse 🙂

Not: Çalakalem yazdım. İmla kuralları v.s hak getire! İdare edin.

Yaşar Gürsoy
Çanakkale
8 Ocak 2018
Saat: 01.34