Yaşamla dans eder misiniz? Hep merak ederdim şu kırmızı kalp sembolünü kim icat etmiş diye.. Prof. Dr Özler Aykan yazdı

Özler Aykan

SEMBOLLER İNSANLIĞIN ORTAK HAFIZASIDIR

Hep merak ederdim şu kırmızı kalp sembolünü kim icat etmiş diye. Kimi zaman aşkın sembolü, kimi zaman kırgın olduğunu ifade eden kırık hali ya da ortasından geçen oklar falan filan ile milyonlarca versiyonu var. Çoğu zaman da bir duvara, bir ağaca, ders sıralarına ya da bir bankın üzerine çizilmiş halde görürüz. Ya da her dilde şarkı sözlerinde ya da kliplerde. Sonunda en doğru kaynakları okuyarak bu sembolü araştırmaya karar verdim. Merak ettim çünkü gerçekte bu kırmızı kalp sembolü anatomik kalp şeklinden tamamıyla farklı. Bir organ olarak kalp neden yüzyıllar boyunca farklı kültürler, farklı coğrafyalarda aynı duyguları, aynı düşünceleri, aynı kavramları çağrıştırıyor? Nasıl olmuş da kalp figürü sevginin ve insan ruhunun sembolü haline geldi?
Kutsal kitaplar dahi ‘Tanrı’yı bütün kalbinizle ve ruhunuzla sevin’ derken sevgiyi, ruh ve kalple özdeşleştiriyorlar.
Günümüzde tüm duyu merkezlerinin beyinde toplandığının bilinmesine rağmen insanlar neden sevgiden bahsederlerken ellerini başlarına değil kalplerine götürürler? Bakın araştırmamın sonucunda neler çıktı!

Keyifle okumanız dileklerimle…

Neden kalp?

İnsanlık ilk Atalarından bu yana kalbi, yaşamın ve canlılığın simgesi olarak değerlendirmiş. İlk çağlarda insanlar avladıkları hayvanların kalp atışlarını hissetmişler. Kalp atışları devam ettiği sürece canlılığın devam ettiğini, kalp atışlarının durması ile de ölümün gerçekleştiğini görmüşler. Sonra bu durumun insanlar için de geçerli olduğunu gözlemlemişler. Bu gözlem, insanların kalbi, hayatın kaynağı olarak değerlendirilmesine yol açmış.

Hepimiz biliyoruz ki, kalp, vücudumuz oluşurken anne karnında harekete geçen ilk organımızdır. Anne karnındaki bebekte kalp, 6. haftadan itibaren atmaya başlar. Diğer organlar, kalp ve damar sistemi etrafında şekillenmeye devam ederler. Vücudumuzda sürekli dinamik, hareket halinde olan ve bu hareketleri dışarıdan kolaylıkla hissedebilen tek organın kalp olduğunu söyleyebiliriz. Kalbin hareketleri insanın kendisi tarafından da sürekli olarak hissedilebilir. Değişik zamanlarda, değişik fiziksel ve ruhsal durumlarla ilişkili olarak kalp atımları daha kuvvetli ve daha hızlı olabilir. Örneğin, koşma ya da tırmanma gibi daha fazla fiziksel çaba gerektiren durumlara, kalbimizin daha kuvvetli ve daha hızlı attığını hissederiz. Yine büyük bir sevinç, mutluluk ya da endişe “katekolamin” adı verilen hormonlar kan basıncını yükseltir, kalbin daha güçlü ve daha hızlı çalışmasına neden olur. Böyle fiziksel ve ruhsal durum değişikliklerinde çalışmasında belirgin farklılıklar hissettiğimiz bir organ olarak kalp, sevgi, mutluluk, barış, merhamet, dostluk, güven ve cesaret gibi duygularla insanlık tarihi boyunca ilişkilendirilmiştir.

Diyebiliriz ki; ”hayat kalp atışlarıyla başlar ve kalp atışlarıyla biter”. Hemen hemen tüm kültürlerde canlılığın ve hayatın kaynağı olarak düşünülen ruhun da bu nedenle kalpte yerleştiğine inanılmıştır.

Semboller insanlığın ortak hafızasıdır…

İnsan toplulukları ilk çağlardan bu yana birbirleriyle iletişim kurabilmek amacıyla sembolleri kullanmışlardır. Sembollerin ifade ettiği anlam ve mesaj o toplumun sosyo-kültürel değer yargılarını yansıtmaktadır. Sembollerin ifade ettiği mesajları anlayabilmek için o sembollerin ortaya çıktığı sosyo-kültürel dinamikleri etkenleri tanımak ve anlamak gerekir. Çünkü semboller insanlığın ortak hafızasıdır.

Tüm insanlık tarihi boyunca kalp mucizevî bir organ olarak algılanmıştır. Kalp, yeryüzündeki tüm kültür ve medeniyetlerde hayatın ve canlılığın kaynağı olduğu kadar sevginin, dostluğun, merhametin, vicdanın, yardımseverlik ve fedakârlığın, vefanın, birlik ve beraberliğin, güven ve cesaretin simgesi olarak kabul edilmiştir. Bu duygu ve düşüncelerin kalp figürü ile ifade edildiğini ve bu figür ile sembolleştiğini görüyoruz.

Peki, insan vücudunda başka hiçbir organa yüklenmeyen bu yüce anlamlar ile kalp arasındaki ilişki nereden kaynaklanmaktadır? Değerli okuyucularım bu soruya araştırmamda ele geçirdiğim veriler ışığında ve tarihin aynasından irdeleyerek yanıt bulabildim.

Tarih boyunca kalp:

İnsanlığın ilk Ataları olarak kabul edilen ve son buzul çağından önce (M.Ö. 10000-8000) yaşamış olan Cro-Magnonlar için kalp, yaşamın ve canlılığın devamını sağlayan en önemli organdı. Cro-Magnonlar’dan kalan Güney Fransa’daki bir mağaranın duvarlarındaki kazıyla yapılmış olan resimlerde bu düşünceye destekleyen ve günümüzdeki kalp figürüne aşırı derecede benzerlik gösteren figürlerin bulunmuş olması ilginçtir.
“Cro-Magnon” bilim insanlarına göre dünyada oluşan ilk kabiledir. Çoğu Arkeologlar bu konu üzerinde çok araştırmalar yapmıştır ve “Cro-Magnon” kalıntıları insanlar gibi 30.000 tarih önceleri radyo karbon yılında olduğu söylenilir. “Cro-Magnon” aslında Fransa’da bulunan “Cro” adında bir mağara bu eski insanların saklanmaları için kullandıkları bir mağaradır.
Sonraları bilim, insanları bu mağaranın adını eski Magnon kabilesinden etkilenip “Cro-Magnon” olarak değiştirmiştir. Bugünkü, terimi “Cro-Magnon” normal adlandırma sözleşmesini dışında kalacak erken insanlar ve sık sık genel anlamda en eski modern insan tanımlamak için kullanılan Avrupa da süre kalan “Avrupa erken modern insan” (EEMH) yerine “Cro-Magnon” kullanılır.

Avcılık ile geçinen bu ilk insanların avladıkları hayvanların kalp atışlarının durmasıyla öldüklerini ve kalp atmaya devam ettiği sürece ise canlı kaldıklarını gözlemlemiş oldukları düşünülmüş.

Daha sonraları ise eski Mısır’da (M.Ö.2500-1000) kalp ruhun ve vicdanın merkezi olarak kabul edilmişti. Ölümden sonra kalp dışında tüm organlar çıkartılıp bir seramik kâse içinde ölü ile birlikte gömülüyormuş. Sadece kalp yerinde bırakılıyormuş. Onların inanışına göre, ölümden sonra kalp, Adalet Tanrıçası Maat’ın huzurunda tartılıyormuş.
Eğer, kalp Maat’ın tüyünden hafif gelir ise ölen kişi Osiris (Yer Altı Tanrısı) ile yaşamaya devam ediyormuş. Aksi halde Ammut (şeytan) kalbi yiyor ve böylelikle o insanın ruhunun yok olduğuna inanılıyormuş. Eski Mısır’da kalp ve duygular arasındaki bu ilişkiye olan inanç tarih boyunca devam etti.

Eski Çin ve Uzakdoğu Medeniyetlerinde de kalbin ruhsal güç ve aklın merkezi olduğu inanışı yaygınmış (M.Ö. 3000 -2000).

Kalbin, sevgi, merhamet, cesaret, gurur, ıstırap, hayal kırıklığı, hayat, ölüm gibi duygularla ilişkilendirilmiş olduğu ilk yazılı belgelere Sümer-Babil kültüründe rastlanıyor. Yarı tanrı “Gılgamış Destanı”nda kalbin bu duygu ve düşüncelerle açıkça ilişkilendirildiği görülmektedir.
(M.Ö. 2100-2000) Tarihte ilk yazılı tıp belgesi olarak kabul edilen Ebers papirüsünde kalp ve nabız atışlarından, kalbin kan pompalama fonksiyonundan, vücudun her tarafına yayılmış bir damar ve dolaşım sisteminden bahsedilmiş olması şaşırtıcıdır. (M.Ö.1550)

Eski Yunan’da (M.Ö. 700 -200) ruhun kalbin içinde yerleştiğine inanılıyormuş. Kalbin tam pompalama fonksiyonunun farkında olan Hipokrat (Hippokrates) ve Aristo (Aristoteles) aynı zamanda kalbin duygu ve düşünce yeteneklerinin de merkezi olduğunu düşünüyorlarmış.

Araştırmamda sevginin kalp ile ilişkisi konusunda en eski ve ilginç bulgularımdan birisi de antik çağlarda (M.Ö.700), Kuzey Afrika’da bulunan Cyrene şehir Devleti’nin hikâyesinde saklı olduğunu öğrendim. Günümüzde ise Libya Devleti sınırları içinde kalan Cyrene civarında yetişen çok değerli Silphium bitkisi ile ünlü imiş. Bu bitki nedeniyle Cyrene o dönemin en önemli ticaret merkezi haline gelmiş. Silphium, erkekler için çok güçlü bir afrodizyak etki gösterirken, kadınlar için kontraseptif (doğum kontrolü) amacı ile ilaç olarak kullanılmış. Bu önemli özelliği nedeniyle Silphium bitkisi o derece değerliymiş ki, Cyrene paralarının üzerinde Silphium bitkisinin tohumun şekli resmedilmiş. Günümüzde de kullanılan kalp sembolüne çok benzeyen bu tohum şeklinin kalp ile erotik sevgi arasındaki ilişkinin tarihsel köklerini oluşturduğu düşünülmektedir.

Şarap ve zevk tanrısı Dyanisos’un başında yapraklardan oluşan kalp şeklinde bir çelenkle tasvir edildiği bir anfora (M.Ö.500), Yunanlıların kalp, zevk ve mutluluk arasında kurdukları ilişkiyi ortaya koyuyor. Bu bulgu da kalp ile zevk ve mutluluk arasında ilk çağlardan bu yana doğrudan bir ilişki kurulmuş olduğunun ispatıdır.

Hepimizin bildiği üzere Antik Yunan Felsefesi, Roma İmparatorluğu döneminde de etkisini sürdürmüştür. Büyük Romalı filozof ve şair Ovid (Publius Ovidius Naso) (M.Ö. 43 – M.Ö. 17), yaşamımızın devam edebilmesi için en önemli organımız olan kalbin yaralanmalarında ilaçların hiçbir işe yaramayacağını savunmuştur. Genellikle aşk, terk edilmiş kadınlar ve mitolojik temalı şiirler yazan Ovid, hüzün beyitlerinin en büyük hocası olarak kabul ediliyordu.
Şiirleri, Orta Çağ’ın sonuna kadar Avrupa sanatı ve edebiyatını önemli seviyede etkilemiştir. Aynı zamanda İstanbul’daki ünlü Kız Kulesi hakkında bir efsanesine sahiptir.
Hero ile Leandros adlı iki gencin hüzünlü aşkını anlatan hikâyenin mekânı Türkiye’deki Kız Kulesi’dir. En ünlü yapıtı dünyanın oluşumu ve yaratımı anlattığı 15 kitaptan oluşan metamorfozlardır.
Metamorfozun 6. cildinde Trakya kralı Tereus ile ilgili efsane anlatılır. Ovid, “Aşk Sanatı” adlı eserinde genç Romalı erkeklere kadınlara nasıl yaklaşmaları gerektiğine dair şiirsel bir dille ve çoğu zaman Roma mitolojisinden örneklerle öğütler vermiştir.
Bir şiirinde, “fazla yüz bulan, her dediğini yaptıran aşk bezginlik verir. İyi bir yemeği fazla kaçırmanın mideyi bozduğu gibi…” yazmıştır.
Bir başka şiirinde ise “ceza kaldırılabilir; ama suç insanın içinde sonsuza kadar yaşar…” demiştir.

Klasik Tıp Biliminin ve Antik Roma Uygarlığının en önemli hekimi olarak kabul edilen Galen (Galenos) (M.S. 130-200), kalbimizi kan akışını düzenleyen yaşam ruhunun merkezi olarak tanımlamıştır. Kalpteki kasılma (sistol) ve gevşeme (diyastol) fonksiyonlarından karıncık ve kapakçıklardan atar ve toplardamarların farklı yapılarından söz etmiştir. Galen’e göre ruhun üç temel şekli vardı: Yaşam ruhu kalpte, hayvan ruhu beyinde (algılama ve hareket) ve doğal ruh (beslenme ve metabolizma) ise karaciğerimizde bulunuyordu. Galen İslam dünyasında Calinus olarak bilinir. Bugün Türkiye toprakları içinde kalan Bergama’da (Pergamon) doğmuş ancak uzun yıllar Roma’da yaşamıştır. Zamanın tıp bilimine tamamıyla hâkim olan Galen, bu bilim dalını orijinal ilkelere göre yeniden düzenlemiştir. Galen, şöhretini özellikle araştırma metoduyla kazanmıştır.

İlk dönem Amerikan kültürlerinde de kalbe büyük önem atfedilmiştir. Antik Meksika Medeniyetinde (M.S. 100-900), bir takım ruhsal güçlerin kalp ile kuvvetli ilişkisi olduğuna inanılmış ve bu güçlerin ölüme dek kalbi asla terk etmediğine inanılmıştır.

Musevilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık teolojilerinde ise kalbin aynı anlam ve kavramları sembolleştirdiği görülür. Her 3 dinde de kalp; sevgi, merhamet, hayırseverlik, derin bir anlayış gücü vb. gibi ruhsal duygu, düşünce ve davranışlarla özdeşleştirilmiştir. Her üç dinde de kalp sevgi, merhamet, hayırseverlik, derin bir anlayış gücü gibi ruhsal duygu, düşünce ve davranışlarla özdeşleştirilmiştir. Tevrat’ta Lev (kalp) den 190 defa bahsedilmektedir. Hıristiyanlık ve Müslümanlıkta kalp, Tanrı sevgisinin yeri ve ebedi mutluluğun aracı olarak nitelendirilmiştir. Kuran’da düşünen kalpten bahsedilir (Sure 22, Ayet 46). Yine İslam mistisizminde (tasavvuf) kalp gözünden bahsedilir. Biyolojik göz dış dünyayı kalbin gözü (ruhsal göz, basiret) varlık ve olayların iç yüzünü, gerçek mahiyetini, görmeyi, anlamayı sağlar.

Bugün bildiğimiz ve benim her neden ise hiç hoşlanmadığım meşhur Sevgililer Günü için özel olarak üretilen kutlama kartlarında gördüğümüz simetrik kalp sembolü ise, Ortaçağ’da popüler olmaya başlamış. 13. yüzyılda, kadınların güven ve inancını kazanmış İsveç Kralı Magnus Ladulas’ın kolunun üzerinde bir kalp işareti yer alırdı.

1400’lerden yıllardan kalma “Kalbin Sunuluşu” isimli bir Fransız duvar halısında, erkeklerin âşık oldukları kadınlara, bağlılık, sadakat ve adanmışlıklarını kalplerini sunarak gösterdikleri tasvir edilmektedir. Bu halı kalbin sevgi ifadesi anlamına gelmesinin en bilindik objelerinden sayılır. Yine o dönemden beri kullanılan iskambil kartlarında kırmızı kalp (kupa) en değerli kâğıt grubu oldu. Çünkü İskambil kâğıtlarında asil sınıfı ve kiliseyi temsil eden kupanın şekli kalbi ve aşkı değil kalkanı simgeler.

Tarih boyunca güven ve itimadın simgesi olan kalp sembolü günümüzde de aynı amaç ile kullanılmaya devam edilmektedir. Dünyanın en büyük bankası Japon D.K.B.’nin de kurumsal logosu kırmızı kap sembolüdür. İsveç’te ise bayanlar tuvaletinin sembolü yine kırmızı kalp sembolüdür.

2019 yılı “Sevgililer Günü” için önerim:

İnsanlığın ortak bilinç ve kültürünün derinliklerinden gelen bir ses bana hala kalbimizin sevgi, dostluk, vefa, barış, merhamet, yardımlaşma ve fedakârlık, birlik ve beraberlik, güven ve cesaret duygularının kaynağı olduğunu fısıldıyor.

Kavgalar, etnik çatışmalar, terör olayları, soğuk ya da sıcak savaş rüzgârlarının durmaksızın estiği acımasız bir dünyanın içinde yaşıyoruz. Her gün an be an izlediğimiz, dinlediğimiz, duyduğumuz ya da bizzat tanık olduğumuz bu insanlık dışı olaylar, şiddet, çatışma, soykırım, bombalama ya da ölüm haberlerinin gözlerimizi kör ve kulaklarımızı sağır edercesine ruhumuzu ve bedenimizi esir aldığı bir döneme tanıklık ediyoruz.

Benim okuyucularıma iki önerim var: Birincisi kalbimizin sesini dinlemeye ne kadar çok ihtiyacımız olduğunu en azından kendimiz ile yalnız kalarak beş dakikamızı olsun ayırıp bir düşünelim. İkincisi ise ne olursunuz önümüzdeki Sevgililer Günü’nde sevgililerimize vereceğimiz kırmızı gülleri hangi ülkede yaşıyorsak yaşayalım, o ülkedeki şehit mezarlıklarına giderek mezarların üzerine bırakalım. Mademki semboller ortak hafızamız bizler de hafızamızı daima canlı tutarak insanlığa faydalı olalım diyorum. Var mısınız?

İzninizle yazımı çok sevdiğim şairimiz Cemal Süreyya’nın bir şiiri ile noktalamak istiyorum:

İki Kalp

İki kalp arasında en kısa yol:
Birbirine uzanmış ve zaman zaman
Ancak parmak uçlarıyla değebilen
İki kol.
Merdivenlerin oraya koşuyorum,
Beklemek gövde gösterisi zamanın;
Çok erken gelmişim seni bulamıyorum,
Bir şeyin provası yapılıyor sanki.
Kuşlar toplanmışlar göçüyorlar
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.

Cemal Süreyya

Prof. Dr. Özler Aykan

Oxford University

Prof. Dr. Özler Aykan