Yahya Kemal Beyatlı kimdir? Kısaca hayatı ve eserleri.. Bilmek lazım.. Tevfik Yener yazdı

Türk edebiyatının gelmiş geçmiş en usta şairlerinden biriydi Yahya Kemal Beyatlı…
Bu büyük ustanın Paris günleri, eserleri, şiirleri, edebi kişiliği her zaman merak edildi.
İşte Yahya Kemal Beyatlı’nın binbir kadersel tesadüfle yoğrulan hayatı…

Yahya Kemal Beyatlı kimdir? Kısaca hayatı ve eserleri 
İngiltere demek, nasıl başka şeyler yanında biraz da Shakespeare demekse; Almanya Goethe ya da Schiller, Fransa Victor Hugo veya Balzac, Rusya Gogol, Dostoyevski, Puşkin demekse; Türkiye de biraz Yahya Kemal Beyatlı demektir. Türk duruşunun, Türk seslenişinin, bakışının, inanışının kutuplarından biriydi o. Dile sır katan, kelimeleri büyülü bir denize dönüştüren güçlü bir şair, inandığı konularda tavizsiz bir düşünce adamıydı.

1884, Üsküp… Osmanlı tarihini, özellikle imparatorluğun çözülme dönemini bilenler için bu iki sözcük, çok şey anlatmaya yeter aslında. Meşrutiyet fırtınasının, Mithat Paşa’nın azli, tutuklanması ve ölümüyle sonlanışı, dağılmanın belgelendiği Berlin Kongresi’yle Bulgaristan’ın doğuşu ve imparatorluğun Avrupa’daki topraklarından geriye çekilişinin başlangıcı…

Yahya Kemal bu tabloda, şimdi Makedonya’ya başkentlik yapan Üsküp’te doğdu. Annesi Nakiye Hanım, babası Üsküp Belediye Başkanı İbrahim Naci Bey’di.

Yahya Kemal’in çocukluk hatıralarında belleğini süsleyen, daha da önemlisi, ‘evim’ diyebildiği ilk mekan olan konağa taşındığında henüz 4 yaşındaydı. Bu konağın Yahya Kemal’i cezbeden yanı, babasının çalışma odasıydı. Odada camlı bir dolapta duran bir dizi kitap: Muallim Naci, Recaizade Mahmut Ekrem’in eserleri, Naima Tarihi, Evliya Çelebi Seyahatnamesi… Okumaya öyle istekliydi ki, daha 5 yaşına gelmeden okula kaydı yapıldı. Bu klasik mahalle mektebine 3 yıl gitti Yahya Kemal. Ama kısa Kur’an surelerinin toplandığı ve okula yeni başlayan çocuklara ezberletilen kitapçıktan öte bir şey öğrenmeden okuldan ayrıldı. Mareşal Ahmet Eyüp Paşa’nın açtırdığı, Özel Mekteb-i Edeb’e yazıldı. Yahya Kemal’e “Şarktan garpa geçmiş gibi oldum” dedirten değişikliktir bu.

Mutlu bir çocukluktu Yahya Kemal’in yaşadığı. Kardeşleri Reşat ve Rukiye ile, evlerindeki sevgi ortamını tattı. Ama çok geçmeden, Türk-Yunan Savaşı ile ailenin düzeni bozuldu. Üsküp eskisi kadar güvenli değildi artık. Dağılma sürecine giren Osmanlı İmparatorluğu’ndan kopacak ilk yer olarak bakılıyordu Üsküp’e. Bulgarlar, Yunanlar, Sırplar, Arnavutlar tetikteydi. İbrahim Naci Bey Selanik’e taşınmak istedi, Nakiye Hanım bir süre direndiyse de kabul etmek zorunda kaldı.

Selanik’e gitti Yahya Kemal, okula yazıldı, arada bir Üsküp’e dönüp dergahlara devam etti. Nihayet 1902’de İstanbul’a geldi, annesinin bir akrabasının yanına, Besim Ömer Paşa’nın konağına yerleşti. Ardından Paşa’nın yeğeni İbrahim Bey’in Sarıyer’deki konağına taşındı.

13 yaşından itibaren ara ara şiir yazıyordu ama gerçek anlamda yazmaya, işte bu Sarıyer’deki konakta başladı. Devir, Servet-i Fünun devriydi. Herkes gibi Yahya Kemal de, Tevfik Fikret ve Cenap Şahabettin’den etkileniyordu.

“Kendi neslimin bütün çocukları üzerinde olduğu gibi ruhumda, ahlakımda, zevkimde, lisanımda, sanatımda en büyük tesiri Tevfik Fikret icra etmiştir.”

Sonraki yıllarda Servet-i Fünun’u, dil, sözcük topluluğu, gramer ve hatta söz dizimi bakımından “Türkçe’den uzaklaşmış, yapma bir dil, tatlı su lehçesi” olarak niteleyecekti. Ama o yıllarda aydınlar katında revaçtaydı Servet-i Fünun.

Sarıyer’deki konağın Yahya Kemal üzerindeki ikinci etkisi, ‘Paris merakı’ denebilir. 1903 senesinin temmuz ayında, İstanbul limanına yolcu indiren bir Fransız gemisine gizlice binip Paris’e kaçtı. Bu kaçışının ardında da Tevfik Fikret’in şiiri ve Servet-i Fünun edebiyatı vardı. Bu edebiyatın arka planındaki Avrupa dünyası ve görüşü, tüm Türk aydınları gibi onu da Paris’e çekiyordu. Paris, o dönemin tüm aydınları için bir cazibe merkeziydi. Yahya Kemal de bu genç aydınlardan biri olarak, erken yaşta bu cazibeye kapıldı ve başka kimsenin kolay kolay cesaret edemeyeceği bir maceraya atılıp Paris’e kaçtı.

Paris hayatı onun bir hayli uzağındaydı. Yok seviyesindeki parası birkaç günde tükendi ve kelimenin tam anlamıyla sefil oldu. Ta ki babasından, onu affettiğini bildiren mektupla birlikte, bir miktar para gelene kadar… Ferahlayınca, önce ne yaptıklarını merak ettiği Jön Türkleri bulmakla başladı Fransa keşfine.

Cemiyetin öncülerinden Ahmet Rıza Bey’in evinde, Abdullah Cevdet, Hüseyin Siret, Doktor Nazım, Samipaşazade Sezai, Prens Sabahattin ve dostluğunu hayatının sonuna kadar sürdüreceği Doktor Nihat Reşat ile tanıştı. Osmanlı başkentine gürültüleri hayli yüksek perdeden yansısa da, bu insanların çağın güçlü akımı milliyetçiliğin farkında olmadıklarını görünce uzaklaştı Yahya Kemal.
Jön Türkler, imparatorluğun başına ne geleceğinden habersiz, Abdülhamid’i tahttan indirmekle sorunların çözüleceğini sanıyordu.

Abdullah Cevdet’in yol göstermesiyle, Fransızca öğreneceği yatılı bir okula kayıt yaptırdı. Ertesi yıl, 1912’ye kadar ara ara oturacağı Latin mahallesine yerleşti. Ve siyasal bilgiler eğitimi görmek için bir okula yazıldı. Başta Albert Sorell olmak üzere, uluslararası ün sahibi pek çok hocanın talebesiydi artık. Sorell’in, özellikle ev sohbetlerinde tarih içinde Fransız ulusunu araştırma çalışması üzerine anlattıkları, Yahya Kemal’i fazlasıyla etkiledi. Türklüğün, özellikle Anadolu’daki varlığıyla Türk ulusunun tarih içinde araştırılması gerektiğine inandı.

“1000 yılda Fransız toprağı, Fransız ulusunu yarattı” sözüyle heyecanlanmış, Anadolu toprağının da geçen 900 yılda Türk insanının maddi ve manevi dünyasını nasıl yoğurduğunu araştırmaya yönelmişti. Ancak bundan önce okulun ilk yılında bir ara sosyalist fikirlerinin etkisinde kaldı:

“1904, Paris’te kilise ve din düşmanlığının azdığı, sosyalist cereyanın sert bir rüzgar gibi estiği bir seneydi. Mitinglere ve nümayişlere karışıyordum. Sokaklarda ‘Internationale’i dinlerken kalbim geniş bir insanlık sevgisiyle doluyor, gözlerim yaşarıyordu. İhtilalcilik hevesim arta arta sonunda anarşist Jean Grave’in müfrit bir bağlısı haline geldim…”

Yahya Kemal’in solculuk tutkusu uzun sürmedi. Fransız halkında da heyecanın kaybolduğunu gördü ve hızla, gerçek Paris’i tanımaya yöneldi. Tiyatrolar, konferanslar, sergiler ve eğlence hayatı…

Babasının ticari işlerine yardımcı olma bahanesiyle arada Londra’ya gidiyor, İsviçre’ye geçiyordu. Ama karar kıldığı yer, Paris’ti. Babasına Sorbonne Üniversitesi’nin edebiyat bölümüne kaydolmayı istediğini yazdı. Charles Baudelaire ve Paul Verlaine hayranıydı bu dönem. Öyle etkileniyordu ki Baudelaire’den, “Üzerimde uzun bir süre sıtma gibi kaldı” diyecekti ileride. Ama Baudelaire’in tercümesinden Edgar Allan Poe’yu tanıyınca da aynı şiddetle sarsıldı. Yahya Kemal’in Fransız şiirini tanıması, klasik Türk şiirini de daha iyi tanımasını sağladı.

“Başka yıldızlarda bir hayat imiş o / His ve haz yüklü bir hayat imiş o” diye nitelediği Paris günleri, 1912’de sona erdi. İstanbul’a döndü ve ünlendi. “Döndü ve ünlendi” demek şaşırtıcı olsa da doğru!

Atatürk de onu okurdu

Şiirleri basılmadan dilden dile dolaşıyordu.
Şiirde ‘yeni ses’ olduğuna inanılıyordu. Refik Halit ile, Yakup Kadri ile arkadaştı artık.
Ziya Gökalp ile tartışıyordu.
Gökalp’in bir sohbet sırasında, “Harabisin, harabati değilsin. Gözün mazidedir, ati değilsin” diye takılmasına verdiği cevap, Yahya Kemal’in düşünce dünyasının özetiydi aslında: “Ne harabi, ne harabatiyim. Kökü mazide olan atiyim.”

Türkiye’nin 1. Dünya Savaşı’na girmesiyle, herkes gibi Yahya Kemal’in de hayat çizgisi değişti.
Günler şiir yazarak, dost sohbetlerinde, Darüşşafaka’da veya Darülfünun’da hocalık yaparak az çok neşeli geçerken, altüst oldu hayatı.
İbrenin Osmanlı İmparatorluğu’nun aleyhine dönmesi daha bir kararttı içini. Üzüntüyle yazdığı ‘1918’ şiirinde; “Ölenler öldü, kalanlarla muzdarip kaldık / Vatanda hor görülen bir cemaatiz artık” diye haykırdı.

Milli mücadele döneminde politikaya girdi, Atatürk ile çalıştı

Milli mücadele döneminde sadece şiir yazmakla kalmadı Yahya Kemal. Ulusal direnişe, makaleleriyle de destek oldu. Adını duyduğu ilk günden itibaren Mustafa Kemal’in safında yer aldı.
Orduya Enver Paşa değil de Mustafa Kemal kumanda etse savaşın kaybedilmeyeceği kanısındaydı.
1922’de ufkun aydınlanmak üzere olduğu hissi güçlendi. 10 Eylül’de Bursa işgalden kurtulduğunda, ilk kez karşı karşıya geldi Mustafa Kemal’le ve yazdığı makaleleri kesip sakladığını o gün öğrendi. Ankara’ya dönerken Mustafa Kemal’le birlikteydi.
Sonra Lozan’a gidecek Türk heyetine basın danışmanı olarak katıldı. Lozan’a giden, ‘şair Yahya Kemal’ değil, Fransızca’ya ana dili kadar hakim, üstelik siyaset bilimi okumuş ‘diplomat Yahya Kemal’di. Ardından milletvekili oldu.
Sonra Polonya, İspanya, Pakistan elçilikleri… Ve tabii şiir… Varşova elçiliği ‘Kar Musikileri’ni ve ‘Açık Deniz’i doğurdu. Madrid, ‘Endüsülüs’te Raks’ı.

1934’te bir kere daha milletvekili oldu. İstanbul’da Park Otel’de bir odaya yerleşti. Adresi orasıydı artık. ‘Geçmiş Yaz’, ‘Deniz Türküsü’, ‘Itri’, ‘Düşünce’, ‘Rindlerin Hayatı’, 1944’te ‘Rindlerin Ölümü’nü yazdı.

Nazım Hikmet’in annesine aşıktı

Ve aşk…
Bir bakıma şıpsevdiydi Yahya Kemal.
Görürdü, severdi. Coşkuyla, heyecanla, üstelik kendini aşık sanarak… Kiminde büyü, sevdiği kadının konuşmasını duyduğunda bozulur; kiminde ayak uyduramayacağını gördüğünde geçerdi… Ama hayatı boyunca bir kez gerçek anlamda Celile Hanım’a aşık oldu. Yahya Kemal’in “Canan aramızda bir adımdı” diyerek andığı, Nazım Hikmet’in annesiydi Celile Hanım.

VUSLAT
Bir uykuyu cananla beraber uyuyanlar,
Ömrün bütün ikbalini vuslatta duyanlar,
Bir hazzı tükenmez gece sanmakla zamanı,
Görmezler ufuklarda şafak söktüğü anı.
Gördükleri rü’ya,ezeli bahçedir aşka;
Her mevsimi bir yaz ve esen rüzgarı başka,
Bülbülden o eğlencede feryad işitilmez,
Gül solmayı,mehtab azalıp bitmeği bilmez;
Gök kubbesi her lahza bütün gözlere mavi,
Zenginler o cennette fakirlerle müsavi;
Sevdaları hulyalı havuzlarda serinler,
Sonsuz gibi bir fıskiye ahengini dinler.

Ama Celile Hanım ile birlikteliği ne kadar arzu ediyorsa, bir o kadar ürküyordu Yahya Kemal. Dedikodudan çekiniyor, kınanacağını düşünüyor, sevgilisine alıştığı hayatı sürdürecek imkanı sağlayamayacağından korkuyordu. Sonuçta kaçarcasına uzaklaştı. Hem de tesadüfi birkaç karşılaşmanın dışında bir daha aynı ortamda bulunmamak üzere… Ama her rastladığında yüreğinin kabaracağını bilerek…

Sevgiler, hayalkırıklıkları, edebi, siyasi didişmeler… Yorulmuştu artık Yahya Kemal. Hastaydı. 30’lu yaşlarda başladı rahatsızlıkları ama 1947’de kanamalara dönüştü. ‘Süleymaniye’de Bayram Sabahı’nın, ‘Hayal Şehri’nin şairi, ‘dönülmez akşamın ufkunda’ olduğunu düşünüyordu artık:

DÜŞÜNCE
Hulyâsı kalmayınca hayâtın ne zevki var?
Bitsin, hayırlısıyla, bu beyhûde sonbahar!

Ölmek değildir ömrümüzün en fecî işi,
Müşkül budur ki ölmeden evvel ölür kişi.

Cerrahpaşa’da son nefesini verirken…

Hastalıktan başını kaldırabildiği günlerde, çok özlediği Paris’e gidip geliyordu. Bu arada İstanbul’da dostu olan doktorların ilgisi de üzerindeydi. Bitiremediği şiirleriyle ilgilendi o ara. Tek bir kelime içine sinmediğinde yıllarca bekleyen Yahya Kemal; Nihat Sami Banarlı’nın zorlamasıyla bir kısmını yayınladı. ‘Üsküdar’ın Dost Işıkları’, ‘Kaybolan Şehir’, ‘Gazel’, ‘İstinye’, ‘Cinler’, ‘Eski Paris’, ‘Kendi Gökkubbemiz’, peş peşe hayranlarının önüne geldi.

Son günlerinde hastalık mizacını değiştirmişti. Şiirini seveni seven ama sevdiklerinden, kendisinden başka bir şairi sevmemelerini bekleyen, sevilmesi zor insan gitmiş; biraz çocuksu, biraz muzip biri gelmişti yerine.
Defalarca yatıp çıktığı, doktor ve hemşirelerin çevresinde pervane olduğu Cerrahpaşa Hastanesi’nin deniz tarafındaki odasında ziyaretçisi eksik olmuyordu.
1 Kasım 1958’de hayata gözlerini yummadan bir gün önce, mezartaşına yazılmasını istediği dizeleri not ettirdi çevresine:

Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde;
Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter.
Ve serin serviler altında kalan kabrinde
Her seher bir gül açar;her gece bir bülbül öter.

Tevfik Yener