Ulvi Yanardağ’dan aldığım ilk gazetecilik dersi.. Sibel Erkan olayı.. Faik Kaptan yazdı

ULVİ YANARDAĞ’DAN ALDIĞIM İLK GAZETECİLİK DERSİ…
SİBEL ERKAN OLAYI.
Ulvi Yanardağ başka türlü bir gazeteciydi. Gözü pekti. Korkusuzdu. Arkadaş canlısıydı. İşte bu sevgili arkadaşımızı geçtiğimiz Perşembe günü kaybettik. Onunla Hürriyet İstihbarat servisinde çalışırken bir çok işe gittim. Ancak aşağıda anlatacağım olayda ikimiz de ayrı gazetelerdeydik. Fakat iyi tanışıyorduk. Çünkü gazetelerimizin Adliye Muhabirleriydik. O dönemde İstanbul Adliyesinde Vasfiye Özkoçak (Milliyet), Ulvi Yanardağ ve Şakir Şad (Hürriyet), Hakkı Martı (Günaydın ve ben Faik Kaptan Dünya gazetelerinde görevliydik.
Çok güzel günlerdi. İşte o muhteşem anım. Aldığım muhteşem ders. Anılarla kal sevgili Ulvi.
BİNBAŞININ KIZI SİBEL.
Gazeteciliğe 1971 yılının ilk aylarında başladım. Üç aylık staj döneminden sonra 1 Mayıs 1971’de Dünya Gazetesinde profesyonel olarak imzayı attım.
Dünya trajı küçük ancak Babıali’de adı büyük bir gazeteydi.
Başyazarının Falih Rıfkı Atay, patronun Bedii Faik, Genel Müdürünün de Mithat Perin olduğu bir gazete. Gazeteci yetiştiren bir gazeteydi.
İşte bu gazetede kadrolu olarak başladığım meslek hayatımın 30.gününde, yani 30 Mayıs 1971’de İstihbarat Şefimiz Erdoğan Bazer beni çağırdı ve Maltepe’de bir evde iki militanın bir kızı rehin aldığını ve polisin evi çevirdiğini söyledi.
Ben de vapur, tren otobüs ne bulduysam olay yerine öğleden sonra ulaştım. Tabi benden önce gelen büyük gazetelerin muhabirleri çoktan çalışmaya başlamıştı.
BELEDİYE BALKONU.
Çevre kontrolü yaparken yanıma bir görevli geldi ve gazeteci olduğum için karşı taraftaki Maltepe Belediyesine ait binanın balkonundan çalışma yapabileceğimi söyledi.
Balkona çıktığım zaman 8-10 gazeteci arkadaşın ellerindeki makinelerle çalıştıklarını gördüm. Selam verip yanlarında yerimi aldım.
Görünen manzara, arazinin ortasında 3 katlı bir ev vardı. Olay evin üst katındaydı. İyi güzel de ben burada çektiğim filmleri gazeteye nasıl ulaştıracaktım.
Maltepe nere, Cağaloğlu nere?
Neyse Bismillah deyip çalışmaya başladım. Evin etrafını polis ve asker çevirmiş, ellerindeki silahları ev doğrultmuşlar ve öylece bekliyorlardı. Mutlak bir sessizlik vardı. Etrafa da halk toplanmaya başlamıştı.
OLAYI HATIRLAYALIM:
“27 Mayıs 1971’de o dönemin lider militanları Mahir Çayan ve Hüseyin Cevahir İstanbul Maltepe’de boş bir eve sığındılar. 30 Mayıs sabahı ise güvenlik kuvvetleri aldıkları ihbar sonucu evi sardılar.
Polisle çatışarak evden çıkmayı başaran Mahir Çayan ve Hüseyin Cevahir, Maltepe Orhangazi caddesi Küçükbağ sokak 8 numaralı apartmanın bahçe duvarından atlayarak içeri girdiler.
Daha güvenli olur diye üst kata çıkan iki arkadaş Binbaşı Dinçer Erkan’a ait dairenin kapısını kırarak içeri girdiler. Evde bulunan anne Sevim Erkan, 10 yaşındaki oğlu Tamer ve 14 yaşındaki Sibel’in evden çıkmalarına izin verdiler. Ama Sibel tam çıkacakken Mahir Çayan, “Sen kal, bize su getir” diyerek genç kızı alı koydu. İşte 51 saat sürecek olan “Sibel Erkan olayı” böyle başladı.
Sıkıyönetim Komutanlığı’na bağlı askerler ve keskin nişancılar evi çember altına aldı.
Sibel Erkan olayı kanlı bitti.
Hüseyin Cevahir yaşamını yitirdi. Mahir Çayan ise yaralı olarak ele geçirildi.”
İşte olayın özeti böyleydi.
Bizim de 51 saat sürecek maceramız o balkonda başladı.
Saatler ilerledikçe gazeteci kadrosu artıyor, etraftaki meraklı halk çoğalıyor ve devamlı olarak da takviye kuvvetleri geliyordu.
İLK FİLMLERİ GÖNDERDİM.
Şimdi tam hatırlayamıyorum ama sanırım bizim Sinan Akatay benden iki saat sonra o da gelmişti. Beraber çalıştık. Ben çektiğim filmi de Sinan’a verdim. O yanındaki fazla filmleri bana verdi ve gazeteye döndü.
Orada kaldım.
Hava karardı.
Maltepe Belediyesi bizlere sandviç ve çay takviyesi yaptı ve dualarımızı aldı. Zira acıkmıştık. Yakın yerde karnımızı doyuracak bir yer yoktu. Terk edip de gidemiyorduk. Kamera olarak bir tek TRT vardı.
Akşam saatlerinde yabancı ajanslar da gelmeye başladı.
Evin perdeleri kapalıydı. Cepheye bakan bölümde, sanırım salon olacak, orada bir tül perde vardı. Hepimiz oraya odaklanmıştık.
Ben de 135’lik tele objektif vardı. Pek kuvvetli değildi ama yetiyordu. Büyük gazetelerdeki arkadaşlarda ise 200’lük teleler vardı ve çok rahat çalışıyorlardı.
Hava karardı ve serinlemeye başladı. Üzerimde bir gömlek ve bir yelek vardı.
Neyse belediye arka bölmedeki salonu açtı ve orada beklemeye başladık. Böylece soğuktan da korunmuştuk.
ÇETİN ŞENCAN’IN ŞANSI.
Gazetecilik bazen de şans işidir. Çetin Şencan abimiz, sonradan benim de şefim oldu, Hürriyet’in fotoğraf servis şefiydi. Hem arkadaşlarına film takviyesi yapmak, hem de tüm Türkiye’nin hatta dünyanın bir çok ülkesinde konuşulan bu olayı merak ettiği için Maltepe’ye geldi.
Arkadaşlarına filmlerini verdikten sonra beraberinde getirdiği makineyle evin fotoğrafını çekmeye başladı.
İşte ne olduysa o anda oldu.
Evde rehin tutulan ve o ana kadar hiçbir görüntüsü olmaya Sibel Erkan o cephedeki tülü aralayıp dışarıya baktı.
O sırada parmakları denklanşörde olan Çetin abi devamlı çekiyordu.
Bizler makinelerimi gözümüze götürene kadar Sibel içeri girdi.
Sibel sanki Çetin abiye özel poz verdi.
Çetin abi de muzip bir gülüşle etrafındakilere, “Ben ekmeği kaptım hadi eyvallah “ dedi ve elini sallayarak çekip gitti.
Hepimiz öylece kalakalmıştık. Mesleğe yeni başlayan ben, gazeteci şansının ne olduğunu da orada gördüm.
ULVİ YANARDAĞ SAHNEDE.
İkinci gün ortalık cephe gerisi gibiydi. Savaş başlamamış ama tüm hazırlıklar tamamdı.
Evin etrafına kum torbalarıyla siperler kuruldu. Her birine üç asker savaş başlıklarıyla yerleşti. Ortalıkta sivil polis kaynıyordu.
Gazeteciliği yeni başlayan ben, müthiş bir deney yaşıyordum.
Her kes en iyi fotoğrafı çekmenin derdindeydi. Ama Çetin abi işi bitirmişti.
Bize kalan tek şey çıkacak bir çatışmada oluşacak sonuçtu.
İşte sevgili Ulvi’de ikinci gün öğleden sonra geldi. O bıçkın duruşuyla çevre kontrolü yapıyordu.
Mesleğe ilk adliye muhabirliği ile başladığım için onu adliye koridorlarından ve basın odasından tanıyordum.
Nasıl bir gazeteci olduğunu orada görmüştüm.
Akşam saatinden sonra gidip bize çarşıdan sosisli sandviç yaptırıp getirdi. Oturduk uzun saatler sohbet ettik.
Tam gece yarısı saat 12.00’de iki el silah atıldı.
O sırada Anadolu Ajansından bir ağabeyimiz yerde oturmuş bazı notlar yazıyordu.
Bir anda silah sesi duyulunca elinden defter fırladı ve beş metre uzağa gitti.
Abimiz o defteri almak için sürünme hareketine başlayınca işin vahameti bir kez daha ortaya çıktı.
Çünkü ateşin nereden geldiği belli değildi. Serseri bir kurşun kurbanı olunurdu.
FİLM BAŞLIYOR.
Sabahın erken saatleri. Havanın sıcak olacağı belli. Üçüncü gün. Her kes yorgun ve uykusuz.
Konuşulan tek cümle; “Bu iş bugün bitmeli”
Saat 09.30, belediyenin sandviç ve çay ikramı bitti.
Asker ve polisle beraber bizler de mevzilerimize girdik.
Saat 10.00 sıralarında evin arka bölümünde bir hareket oldu.
Bir subay ve bir iki sivil eve yaklaşıp bağırarak bir şeyler söylüyordu.
Saat 10.45 sinirler iyice gerildi. Güneş tepeye yaklaştıkça ortalıkta gezinenler de azaldı. Bir şeyler olacağı belliydi.
Ve saat tam 11.00.
Sessizliği yırtan tek bir kurşun sesi ve arkasından da “Tamam vuruldu” diye bağıran tok bir ses.
Bir anda ortalığı mermi sesi kapladı.
Siperlerden askerler, müstahkem mevkilerde de resmi ve sivil polisler ateşe başladı.
Ben bu arada fotoğraf çektiğim yeri beğenmediğim için kalkıp pozisyon değiştirdim. Ayağa kalktığımda gözüm balkondan aşağıya doğru kaydı ve saçak dibinde Ulvi Yanardağ’ı gördüm.
Bu sırada salvo ateşi devam ediyordu.
Ulvi’nin elinde 12 pozluk 6×6 dediğimiz tipte bir makine vardı. Ulvi foto muhabiri değildi ama böyle önemli bir olaya makineyle gelmişti.
Kendi kendime “Bu kurt muhabir mutlaka bir şey yapacak” diyerek pozisyon değiştirmeyi bırakıp süratle aşağıya indim ve diğer saçak altında Ulvi’yi gözlemeye başladım.
İŞTE TECRÜBE.
Ateş 10 dakika kadar sürdü.
Ateş kesilir kesilmez dışardan kurulan merdivenler ve çatıdan sarkıtılan iplerle özel timler üzerlerinde çelik yelek ve başlarında mihferlerle binaya girmek için harekete geçtiler.
İşte tam bu sırada Ulvi’de binanın tam karşısından harekete geçti. Arkasında beni görünce de eliyle “Git” işareti yaparak:
“Faik sen gelme oğlum. Bu işin sonu iyi olmayabilir” diye bağırdı.
Ama ben dinlemedim. O sırada eve doğru koşmaya başladık. Ulvi önde ben arkada öyle süratle koşuyoruz ki sanki mermi atılsa yetişmesin der gibiydik.
Bu sırada komutan olacak kişi her halde askeri emir verir gibi megafonla bizim geri dönmemiz için bağırıyordu. Fakat eve yaklaşmıştık.
Özel tim de içeriye girmişti.
Evin ana kapısı arka taraftaydı. Hedefimiz orasıydı.
Heyecandan kalbim adeta yerinden fırlayacaktı.
Fakat tam bu sırada, binanın sağ arka tarafından beş, altı polisin arasında yüzü kandan görünmeyecek kadar kırmızı olan bir kişi adeta sürüklenerek bana doğru getiriliyordu.
Bunu Ulvi’de gördü. Ancak Ulvi durmadı evin arkasına doğru devam etti.
Ben mi? Ben sazan gibi bu sahneyi çekmeye başladım. Getirilen kişiyi evden çıkarıldı sandım.
Fakat işte aynı anda bu grubun arkasında iki poliste beni kaptı ve ayaklarım yerden kesildi ve arkadan gelen üçüncü kişi de devamlı popoma tekme atıyordu.
Ne olduğumu anlamamıştım. Beni hemen yan tarafta bulunan bir ekip arabasına attılar. O yaralı şahsı da başka bir arabayla alıp götürdüler.
Ben içeride tek başıma bekliyordum. Biraz popom ve sırtım ağrıyordu ama güzel olan taraf makineme dokunmamışlardı. Her halde biraz sonra geleceklerdi.
EKİP ARABASINDAN KAÇIYORUM.
Ne kadar beklediğimi hatırlamıyorum. Biraz sonra sevinç çığlıkları atan insanların sesleri “Yaşasın Sibel Kurtuldu” diye bağıranların arasında yavaşça aralık duran ekip arabasının kapısını biraz açtım.
Kimsenin orada olmadığını görünce yavaşça aşağıya atladım ve tam aksi istikamete önce hızlı adımlarla sonra koşarak kaçmaya başladım. Biraz uzaklaştıktan sonra “Dur kaçma” diye bağıran bir ses duydum.
Ama, ne durması daha da hızlandım.
Yola çıktığım sırada arkama baktım gelen yok, bu kez doğru tren istasyonuna koştum. İstasyondan trene bindiğim zaman elimdeki makineye sıkı sıkı sarılıyordum.
Kendi kendime, “Ohh çok şükür, bu kez ekmeği ben yedim” diyordum.
Gazeteye geldim filmi yıkadım, karta bastım ve şeften de bir “Aferin“ aldım.
Fotoğraf çok güzeldi. Kanlar içinde yüzü gözükmeyen bir şahıs polislerin arasında ve arka planda da ev. Fotoğraf birinci sayfadan girdi.
İŞİN RENGİ ANLAŞILDI.
Meğer benim çektiğim şahıs, hemen yan taraftan, halkın arasından işaretle evdeki militanlara haber veren bir arkadaşlarıymış. Sivil polisler bunu tespit edip şahsı kapmışlar ve evin yanına getirene kadar da haşamat etmişler.
Zira evdeki iki militandan birisi Hüseyin Cevahir keskin nişancı tarafından vuruldu.
İkincisi yani Mahir Çayan’da intihar etmek istedi ancak başaramadı ve yaralı olarak yakalandı.
Peki ben kimi çektim? Neyse ki yüzü kandan gözükmüyordu.
Bu arada Ulvi Yanardağ ne yaptı.
İ
şte orada tecrübe, gazetecilik iç güdüsü kendisini gösteriyordu. Ulvi evin arkasına geçtiği sırada Sibel evden çıkartılıp, polisler arasında özgürlüğüne kavuşuyordu. Tek çeken Ulvi Yanardağ’dı.
Elindeki 12 pozluk makinede 2 kare kalmıştı.
İşte o iki kareden sadece tek bir kare çekti ve tüm dünyada o fotoğraf yayınlandı.
Ben ne yaptım. Yüzü kanlar içinde olan bir adama kandım, onu çektim ayrıca bir araba da sopa yedim.
Halbuki durmayıp devam etsem Ulvi’nin arkasından gitsem yılın fotoğrafını çekecektim.
Zira bendeki Minolta marka makinemde en az 20 kare vardı. O fotoğrafı internette bulamadım. Ama dün gibi hatırlıyorum. Sibel evin arka tarafından merdivenlerden inerken iki elini yana açmış bir vaziyette idi. Sanırım başlık da “Özgürlüğe kaçış” veya “Yaşasın Özgürlük” olacak.
İşte böyle bir hikaye, Ulvi Yanardağ kolay olunmuyordu.
Gazeteciler Cemiyetinde ve Sultan Ahmet Camiinde tüm eski arkadaşların Cuma günü bir aradaydık. Hep seni konuştuk. Ben bu hikayeyi arkadaşların bazılarına anlattım ve ilk gazetecilik dersimi senden aldığımı söyledim.
Hakkını helal et. Nurlar içinde yat delikanlı Hammo.
En çok sevdiğin kelimelerden birisi de “Moruk” tu.
Yaşlı genç fark etmez, sevdiği kimseye bir şey anlatacağı zaman moruk diye başlardı. Kendine özgüydü.
Allah’ın rahmeti üstünden eksik olmasın…

Not: Üç gündür evde Ulvi, rahmetli Vasfiye Özkoçak abla ve Şakir Şad , Dünya Gazetesinden Hürriyet grubuna geçtiğim zaman beni ziyarete gelmişlerdi.
O anı gösteren bir fotoğrafım vardı ama bulamadım.
Sanırım ikinci kitap için ayırdığım fotoğrafların arasında .
Onların bazıları da taşınma sırasında koyduğum kutulardan birisinin içinde.
Bulunca yayınlarım. Bu fotoğrafı buldum.
Soldaki rahmet olan HHA Genel Müdürü Erdoğan Kral, ben ve Ulvi.

Faik Kaptan

Faik Kaptan – Ulvi Yanardağ – Erdoğan Kral