Gazeteci notları ile 30 Ağustos Zaferi ve Atatürk, bazı ajan ve bozguncuların haberi olmadan Büyük Taarruz için Ankara’dan cepheye Konya üzerinden nasıl gittiğini TBMM’de şöyle anlatmıştı:

Kocatepe

Gazeteci notları ile
30 Ağustos Zaferi
“Ben, ömrümde hiçbir edebiyat eserinde, ordulara ilk hedeflerinin Akdeniz olduğunu bildiren gündelik emri okurken duyduğum zevki duymadım. Bu, bütün heyecanların üstünde bir heyecan veren, bütün şiirlerin üstünde bir şiirdi. Ne olmuştuk, biliyor musunuz? Kurtulmuştuk. Ahh.. Mustafa Kemal, Mustafa Kemal.. Sana ölünceye kadar o günün sevincini ödeyebilmekten başka bir şey düşünmeyeceğim. Konuşmak için dilim, yazmak için kalemim tutuldu’’.

Bu sözler, Türk basınında unutulmaz izler bırakan, Atatürk’e en yakın gazetecilerden Falih Rıfkı Atay’a aitti. Atatürk’ün daveti üzerine gittiği İzmir’de onun sofrasına ilk kez oturan Falih Rıfkı Atay, sonraki yıllarda ‘’Atatürk sofralarının’’ değişmez bir ismi haline geldi. Falih Rıfkı Atay, daha yakından tanımak ve görmek fırsatı bulduğu Mustafa Kemal’e yönelik izlenimlerini şöyle ifade ediyordu:

“Saçlar altın sarısı, yüz güneşten hafif yanmış, koyu pembe. Alın dikkati çekecek kadar enli ve kırışık.
Kaşlar gür ve şahlanmış gibi alına doğru kalkık.
Gözler iri, gök mavisi renginde ve çelik parıltılarla dolu.
Elmacık kemikleri biraz çıkık.
Burun kusurlu, fakat kanatları dolgun olduğundan büyük görünür.
Dudaklar ince, üst dudak altındakinden daha mütebariz. Çene azim ve kuvvet ifade eden yapıda geniş.
Omuzlar da öyle. Geniş ve yuvarlak. Göğüs kabarık.
Pazılar dolgun adaleli, fakat ellerle parmaklar ince ve uzun.
Karınsız bacaklar düzgün, ayaklar da eller gibi ince.
Atlet vücutlu, zarif endamlı, keskin ve derin bakışlı, ciddi tavırlı, hareketleri canlı ve çalâk, her haliyle alımlı bir erkek güzeli’’

Zaferden önce toplum psikolojisi

30 Ağustos Zaferinin 97.’nci yıldönümünde, kısaca tanıttığımız Falih Rıfkı Atay ile Zafer Bayramı arasında bir bağ kurmak, o günlerin en yakın tanığı bir gazeteciden yaşananları anlamak, 30 Ağustos Zafer Bayramına uygun düşüyor. Tarih 26 Ağustos 1920. Falih Rıfkı Atay Akşam gazetesi yazarı idi. O da herkes gibi, vatanı işgal eden Yunan Ordusuna karşı kesin bir sonuç alınacağından endişeliydi. Halk arasında da yaygın olan bu endişe, şöyle tahlil ediliyordu:
Yunan Ordusunun askeri gücü 11 piyade tümeni, bir süvari tümeni, 120 bin asker, 350 toptu. Buna karşılık Türk Ordusunun askeri gücü 16 Piyade tümeni, 4,5 süvari tümeni, 60 bin asker ve 158 toptan oluşuyordu. Yani, Türk Piyade tümenleri ortalama 3500 asker 8-10 top, Yunan tümenleri ise 10 bin 500 asker, 24-36 top donanımına sahipti. Kısacası Yunan ordusu, Türk ordusu karşısında hem asker sayısı bakımından, hem de cephane ve silah yönünden üstündü.Falih Rıfkı Atay, tuttuğu günlük notlarında o günleri şöyle özetliyordu:

26 Ağustos 1922:

Her gün olduğu gibi gazetede çalışıyoruz. Çatalca üzerine yürüyen Yunan tümenlerinden kaygı içindeyiz. Bir rivayete göre, eğer biz son teklifleri reddedersek, Yunanlılar İstanbul’u alacaklar. Bütün umut, Fransız işgal ordusunun dayatışına bağlıdır. Henüz saray, Bab-ı Ali ve hepsinin üstünde İngiliz karargahı Kroker Otelinin saltanatı var. Rum ve Ermeni sansürlerinden geçebilmek için yazılarımızı bin dikkatle yazıyoruz. Ankara yolcularından hazırlık ve harp haberlerini alıyoruz. Bu haberlere kendilerinin de inandığı yok. Fakat hemen herkesin kafasına şu ‘’Fikri sabit’’ yerleşiyor. Bu sonbaharda eğer Ankara iyi kötü bir harekette bulunmazsa, kışın Anadolu’yu tutmak mümkün değildir. Ordunun siperler içinde bir kış daha geçirmeye tahammül edeceğinden şüphe ediyoruz. Usanç umumidir. Zafer kelimesi sadece, politika edebiyatının ağzındadır.. Salahiyet sahibi zannettiklerimizin hemen hepsi, bizim bir taarruz teşebbüsümüzün cinnet olduğu kanaatindedir. Zafere iman etmiş olanlar orada da ‘’Ekalli-i kalil’’ (pek az) idiler. Ne yapacağız?.

Hepimizin dilinde bu acı soru var. Saat on bire geliyor. Arkadaşlarımızdan biri, odadan içeri girdi. Yüzünde sır taşıyanda görülen bir acayiplik göze çarpıyor. ‘’Size Hilal-i Ahmer’den (Sonradan adı Kızılay oldu). Bir havadis getiriyorum. Fakat son derece ihtiyat ile yazalım. Doğru çıkmayabilir’’. Havadis şuydu:
‘’Bugün öğleyin şehrimizin Salahiyettar menabiinden (kaynaklarından) Kocaeli bölgesinde Türk Ordusu tarafından Harekat-ı mühimme-i askeriye icrasına başlandığı söylenmekte idi. Vakit geç olduğundan dolayı, bunun bir taarruz mukaddemesi (hazırlığı) olup olmadığını tahkik edemedik.’’ Havadisimizin mevsukiyetine (gerçekliğine) itimat etmekle beraber, karilerimizin (okuyucularımızın) tebliğ-i resmimize intizar etmelerini (beklemelerini) tavsiye ederiz. Haber doğrusu ise, Allah ordumuzla beraberdir. Neticeye itminan (emin olmak) ile muntazır (Bekleyen) olabiliriz’’

Falih Rıfkı’ Atay’ın notları devam ediyor:

27 Ağustos 1922: 
Roma’dan bir telgraf var ‘’Menderes vadisinde Türk İleri hareketi teeyyüd etti. (doğrulandı). Hilal-i Ahmer’den, Fransız çevrelerinden her taraftan tahkik ediyoruz. Muhabirler havadissiz dönüyor. Havada asabiyet var.

28 Ağustos 1922: 
Anadolu posta ve telgraf muhaberatını kesmiştir. Motorlar ve kayıklar Anadolu ile İstanbul arasında münakalattan (ulaştırmadan) men olunmuştur. Ve ilk doğru haber. Ordumuz Afyon karahisar cephesinde Yunan hatlarına taarruz etti. Yunan tebliği ise mütemadiyen muvaffakiyetsizliğimizden, geri çekildiğimizden, bazı köyleri birer müddet işgal ettiğimizden bahsediyor. Istırap içinde eziliyoruz. Muvaffak olamazsak, her şey bitti değil mi? Bu soruya herkes (Evet) cevabını veriyor Ya Mustafa Kemal Paşa, o nerede? Bazıları diyorlar ki, (Meclisteki muhaliflerden o kadar bıktı ki, herçi badabat ( İster istemez) bir harekete geçti. Bu sözü bir türlü yakıştıramıyoruz. Muhakkak bir bildiği, bir düşündüğü var. Fakat nedir?. O sırada bir lahza onun beynindeki esrarı anlamak için canımızı vereceğiz.

29 Ağustos 1922: 
Anadolu hala susuyor. Akşam gazetesinde rivayet kabilinden bir havadis:

‘’Askerlerimiz Afyonkarahisar’a girdiler’’. 
Fakat altında meseleyi açıklıyoruz.
‘’Bu sabah telgrafhane hiçbir malumat almamıştır’’.

30 Ağustos 1922: 
Anadolu tebliğleri karanlık içinden ilk ışıkları getirdi. Dört sütun büyük başlıkla şu havadisi veriyoruz:
‘’Ordumuzun sol cenahı düşmanın bir seneden beri tahkim ve tel örgülerle takviye ettiği, üç sıra siperden mürekkep müstahzar (kullanıma hazır) nevazili ( sıkıntıyı) tamamen zapt ederek, süngü hücumları ile Afyonkarahisar’a girmiştir’’.
Rivayet istediğiniz kadar…! Eskişehir’i zapt etmişiz, Bilecik boğazı ateşimizin altında imiş. Bir başka gazete bizi fersah-fersah geçiyor. Hatta Uşak’ın alındığını bile yazmak gayretkeşliğine düşüyor. Meslek adına onun yaygarasından sıkılıyoruz. Aramızda şöyle konuşuyoruz: ‘’Anlaşılıyor ki Uşak-Bursa hattını da alacağız. Meğer o gün bu gerçek, akşam uydurucusunun hayalini bile geride bırakmış. Meğer o gün İzmir’e doğru yürüyormuşuz’’.

31 Ağustos 1922: 
Sönük bir gün.. Son havadis şu:: ‘’Taarruzumuz olanca şiddeti ile berdevamdır.. Yalnız resmi haberler gelmemiştir.’’
Gönlümüz kararıyor. Acaba bir bozguna mı uğradık?..Ertesi sabah zafer haberleri birbirini kovaladı. Gazeteleri sormayınız. Hepsi aynı başlıklar ve havadisler halinde çıkıyor:

‘’Yunanlılar Dumlupınar meydan muharebesini kaybettiler. Kahraman ordumuz mağlup Yunan kıtalarını,Uşak’tan evvel yakalamış ve kısmi küllisini imha derecesinde hezimete uğratmıştır. Eskişehir’i istirdat etmiştir ( Geri almıştır).. Mukaddes Bursa’nın istirdadı haberine anbean intizar ediyoruz.’’
Sabahleyin matbaaya can atarak geldik. Kimimiz Hilal-i Ahmer’e, kimimiz Beyoğlu’na koştuk. Şehirde büyük yağmurlardan önceki boğucu hava vardı. Nefes alamıyorduk. Hilal-i Ahmer Ankara’ya sordu. Nihayet Hilal-i Ahmer’e bir şifre geldiğini haber verdiler. Bu şifre adeta Türk tarihinin anahtarı idi. Gittik, şu haberi okudular:

‘’Yeni Yunan başkomutanı General Trikopis, Erkan-ı Harbiye Reisi, 13.’ncü fırka komutanı, 2 Eylül akşamı Uşak civarında esir edilerek Mustafa Kemal Paşa hazretlerinin karargahlarına gönderilmiştir. Başkumandan Mustafa Kemal Paşa hazretleri, esirlerine nezaketle muamele ederek, yeni başkumandanı mukadderatın bir cilvesinden dolayı teselli eylemiştir’’
Güya havadisi gizli tutacaktık. Ankara’nın tembihi böyle idi. Mümkün olsa gazeteyi bir tarafa bırakarak tellal gibi sokaklarda bağırırdık. Nihayet Akşam gazetesinin matbaa pencerelerinden, sokakta çıldırmış gibi saçlarını yolan, göğüslerini döven, yerlere yatarak çırpınan halka, dağıttığımız sayılar ve bütün sayfayı dolduran klişe

‘’Elhamdülillah İzmir’e kavuştuk’’.

Başkumandan ilk gün beyannamesini şu cümle ile bitirmişti.
‘’Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir ileri’’ Ve son gün-ü hadiselere şu cümle ile nihayet veriyordu: ‘’Akdeniz hedefine varıldı’’

Atatürk 30 Ağustosu anlatıyor

‘’Taarruz için yeniden cepheye gitmeden önce, Ankara’da yapılması gereken bazı işler vardı.
Daha taarruz emri verdiğimi, Bakanlar Kurulu’na da açıkça bildirmemiştim.
Artık onlara resmî olarak haber verme zamanı gelmişti.
Yaptığımız bir toplantıda iç ve dış durumlarla ordunun durumunu görüşüp tartıştıktan sonra, taarruz konusunda Bakanlar Kurulu ile görüş birliğine vardık.
Önemli bir konu daha vardı.
Muhalifler ordunun çürüdüğünden, kıpırdayacak durumda olmadığından, böyle karanlık ve belirsizlik içinde beklemenin sonucunun felâketten ibaret olacağı yolundaki propagandalarına alabildiğine hız vermişlerdi.
Gerçi, Meclis’te bu düşünce akımının bıraktığı yankılar, zaten düşmanlardan fazlasıyla gizlemek istediğim taarruz bakımından yararlıydı.
Fakat bu olumsuz propaganda en yakın ve en inanmış kimseler üzerinde bile kötü etkisini göstermeye başlamış, onlarda da kararsızlıklar uyandırmıştı.
Onları da yakında yapacağım taarruz konusunda ve altı yedi gün içinde düşmanın ana kuvvetlerini yeneceğime olan güvenim hususunda aydınlatmayı ve yatıştırmayı gerekli buldum.
Bunu da yaptıktan sonra Ankara’dan ayrıldım.
Genelkurmay Başkanı benden önce 13 Ağustos 1922’de cepheye gitmişti.
Ben birkaç gün sonra hareket ettim.
Hareketimi belirli birkaç kişi dışında bütün Ankara’dan gizledim.
Benim Ankara’dan ayrılacağımı bilenler, burada imişim gibi davranacaklardı.
Hatta gazetelerde benim Çankaya’da çay ziyafeti verdiğimi de ilân edeceklerdi.
Trenle hareket etmedim.
Bir gece otomobille Tuz Çölü üzerinden Konya’ya gittim.
Konya’ya hareketimi telgrafla orada kimseye bildirmediğim gibi, Konya’ya varır varmaz telgrafhaneyi kontrol altına aldırarak Konya’da bulunduğumun da hiçbir yere bildirilmemesini sağladım.
20 Ağustos 1922 günü öğleden sonra saat 16.00’da Ağustos 1922 sabahı düşmana taarruz için Cephe Komutanı’na emir verdim’’.

Atatürk zafere giden yolu anlatıyor

Atatürk İzmir’e kadar zafere giden yolun stratejisini, halka şöyle anlatıyordu:

‘’Efendiler 
26/27 Ağustos günlerinde, yani iki gün içinde, düşmanın Karahisar’ın güneyinde 50, doğusunda 20-30 kilometre uzunluğundaki müstahkem cephelerini düşürdük.
Yenilen düşman ordusunun bütün kuvvetlerini, 30 Ağustosa kadar Aslıhanlar yöresinde kuşattık.
30 Ağustosta yaptığımız savaş sonunda, düşmanın ana kuvvetlerini yok ettik ve esir aldık.
Düşman ordusunun Başkomutanlığını yapan General Trikopis de esirler arasına girdi.
Demek ki tasarladığımız kesin sonuç, beş günde alınmış oldu.
31 Ağustos 1922 günü ordularımız ana kuvvetleriyle İzmir’e doğru yol alırken, diğer birlikleriyle de düşmanın Eskişehir de kuzeyinde bulunan kuvvetlerini yenmek üzere ilerliyorlardı.
Doğrudan doğruya bana gönderilen bir telsiz telgrafta da, İzmir’deki İtilâf Devletleri konsoloslarına benimle görüşmelerde bulunma yetkisinin verildiği bildirilerek, onlarla hangi gün ve nerede buluşabileceğim soruluyordu. Buna verdiğim cevapta da, 9 Eylül 1922’de Kemalpaşa’da görüşebileceğimizi bildirmiştim.
Gerçekten de söz verdiğim gün, ben Kemalpaşa’da bulundum.
Fakat görüşme isteyenler orada değildi. Çünkü ordularımız, İzmir rıhtımında ilk verdiğim hedefe, Akdeniz’e ulaşmış bulunuyorlardı

Saygıdeğer Efendiler, 
Afyonkarahisar Dumlupınar Meydan Muharebesini ve ondan sonra düşman ordusunu tamamiyle yok eden veya esir eden ve kılıç artıklarını Akdeniz’e, Marmara’ya döken harekâtımızı açıklayıcı ve vasıflandırıcı söz söylemeyi gereksiz sayarım.
Her safhasıyla düşünülmüş, hazırlanmış, idare edilmiş ve zaferle sonuçlandırılmış olan bu harekât Türk ordusunun, Türk subay ve komuta heyetinin yüksek kudret ve kahramanlığını tarihe bir kere daha geçiren muazzam bir eserdir. Bu eser, Türk milletinin hürriyet ve istiklâl düşüncesinin ölümsüz bir abidesidir.
Bu eseri yaratan bir milletin evlâdı, bir ordunıın başkomutanı olduğumdan, mutluluk ve bahtiyarlığım sonsuzdur.”

NOT: Bağımsızlık, uğruna ölmesini bilen toplumların hakkıdır.

Cemil Özyıldırım