SON İSTASYON VE TC’YE ELVEDA
2007 SEÇİMLERİ ÖNCESİNDE SONDAN BİR ÖNCEKİ İSTASYON DİYE YAZMIŞTIM. ŞİMDİ DE SON İSTASYON DİYORUM. MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN KURDUĞU CUMHURİYET GÖZ GÖRE GÖRE YIKILIYOR.
2007 seçimleri öncesinde, yazacak gazetem, konuşacak televizyonum yoktu. Bugün kafasını ve dizini döven ekonomi profesörleri, işadamları ve aydınların “ama bakın ekonomi çok iyi gidiyor” dediği dönemde, ekonomik büyümenin hormonlu büyüme olduğunu ilk gündeme getirenlerden biri olmuştum, doğal olarak kovuldum.
2007 genel seçimi ve takip eden Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi Truva Yayınlarından çıkan,“Ne Olacak bu Memleketin Hali” başlıklı bir kitap yazdım. Kitabın sonuç bölümünde de, Türkiye Cumhuriyeti’ni yöneten kadrolar Tramvay Demokrasisi yanlısı oldukları için sondan bir önceki istasyondayız demiştim.
Cari açık vererek ve dış borçları şişirerek uygulanan hormonlu ekonomik büyüme modeli 2007’den sonra da tüm hızıyla devam etti. Ekonomik ve siyasi bağımsızlığımız yok edildi, hukuk çökertildi, yargı darmadağın edildi, toplum her konuda karpuz gibi ikiye bölünerek toplumsal barış dinamitlendi.
Şimdi bir Cumhurbaşkanlığı Seçimi öncesinde yine yazacak gazetem, konuşacak televizyonum yok. Sosyal medya da bize yeter. Dostlarımla kısaca paylaşmak istediğim konular var.
Önceki seçimde “Sondan bir önceki istasyondayız” demiştim. Şimdi Son İstasyona geldik. Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde Büyükbabalarımızın kurduğu Laik Cumhuriyet’in son istasyonundayız.
Neden Türkiye Cumhuriyeti’nin son istasyona geldiğini kısaca özetlemek istiyorum.
Önce tramvay demokrasisini hatırlayalım. Bugün ülkeyi yöneten kadrolar, amaçlarına ulaştıklarında demokrasiyi terk edeceklerini, zaten önceden açıkladılar. Buna rağmen, Aziz Türk Milleti’nin sandık iradesi (ne kadarı çalınmış oy ne kadarı gerçek diye artık tartışmanın bir anlamı yok), demokrasinin teminatı Yüksek Seçim Kurulu, Anayasa Mahkemesi gibi kurumlar, gıkını çıkarmadı, seyirci kaldı. Hatta daha sonra Anayasa Mahkemesi mevcut iktidarı Laiklik Karşıtı Eylemlerin Odağı olarak mahkûm etti ama “Buyurun istediğiniz gibi devam edin” kararını da aldı. Bu tespitleri bir kenara yazıp devam edelim.
TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN SİGORTALARI
Mustafa Kemal Atatürk, aydınlanmayı ve çağdaş uygarlığı hedef alan Laik Cumhuriyetin sigortası olarak gençliği görmüştü. Aydınlanma Devrimi’nin en önemli unsurları Köy Enstitüleri ve Halk Evleri, sigortası ise gençlikti. Önce bu iki kurum yok edildi. Mahalle ve köylerdeki toplumsal liderlik, Aydınlanma Devrimlerine gönül vermiş öğretmenler yerine cami imamlarına devredildi. Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde bu ülkenin kurucularının idealleri, esasında o zaman terk edildi.
Akabinde, yüksek yargı ve üst bürokrasiyi de arkasına alan Türk Silahlı Kuvvetleri, “Üniter devlet ve laik cumhuriyetin” sigortası benim diye ortaya çıktı. 1971 ve 1980 harekatlarıyla, gençliği a politize etti. Zaten Türk Silahlı Kuvvetleri de, devleti kuranların ideallerinden çıkıp NATO’nun (ABD’nin) ideallerine uygun bir yapılanmaya gitmişti. Arada bir “Laiklik” diye itiraz edecek gibi olduysa da, Atatürk ilkeleri ve Laik Cumhuriyet’i ortadan kaldırmaya çalışan güçlere “Kozmik Odayı” vererek teslim oldu. Direnen yürekli komutanlar da, sergilenen hukuk komedyasına rağmen, “Hukukun üstünlüğüne saygılıyız” gerekçesinin arkasına sığınılarak, Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk gibi saçma sapan iddialarla ve kumpaslarla etkisiz hale getirildi.
ÖZETLE DEMEK İSTEDİĞİM ŞUDUR:
Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde kurulan Laik Demokratik Hukuk Devleti’nin sigortası maalesef çalışmıyor. Mustafa Kemal’in sigorta olarak düşündüğü gençlik, bugün rejime saldıran odaklardan çok daha önce, asker -sivil bürokratik oligarşi tarafından apolitize edilmiştir. Her ne kadar Gezi Gençliği ile avunmaya kalkışsak da, onlar 75 milyon içinde yeteri kadar güçlü bir ses değildir. Her mahalledeki okullar İmam Hatip Okuluna dönüştürülüyor ve evlatlarımız bu ülkenin kurucularının ideallerinden uzaklaştırılıyor. Dindar ve kindar bir nesil yetiştiriliyor. Bugün 18 yaşında olan bir gencin bildiği tek siyasetçi, 6 yaşında iken tanıştığı başbakan. Başka birini tanımıyor, mukayese edemiyor. Altı yıl sonrasının gençliğini düşünsenize… Atatürk’ü de tanımayacaklar… Daha da vahimi, belki de kötü tanıyacaklar.
Bu ülkenin teminatıyız diyen Türk Silahlı Kuvvetleri, Atatürk Devrim ve ideallerini unutmuş, milyar dolarlık ihale yapan NATO’nun ileri karakolu durumundadır.
Son zamanlarda aldığı kararlarla toplumda umut olan Anayasa Mahkemesi ise 1’e karşı 10 oyla aldığı “Laiklik Karşıtı Eylemlerin Odağı” güce “Buyurun devam edin” diyen kurumdur.
Yüksek Seçim Kurulu’nu konuşmuyorum bile… Yüksek Seçim Kurulu da, Anayasa Mahkemesi tarafından en az beş kere kapatılmış partilerin siyasi kadrolarına, her isim değişikliği ile birlikte “Buyurun Türkiye Cumhuriyeti’nin içini oymaya devam edin” diyen bir otoritedir.
ESAS SİGORTA HALKIN KENDİSİDİR AMA AHLAKI BİTMİŞ HALKI NE YAPACAĞIZ?
Maalesef, ben vatandaşı olduğum Türkiye Cumhuriyeti’nin çöktüğünü görüyorum. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesi ile kavgalı olan bir kadro, Türkiye Cumhuriyeti’ni koruduğunu iddia eden tüm mevkileri, TBMM’yi, Cumhurbaşkanlığı Makamını, hükümeti ve en önemlisi de yüksek yargısı ve silahlı kuvvetleri ile Oligarşik Bürokrasiyi ele geçirmiş.
Üstelik bunları silah zoruyla değil, hileli ya da hilesiz seçimle yapmış. Seçimler, kuruluş ideallerini değiştirebilir mi, ayrı bir tartışma konusu. Bulunduğum apartmanda asansör yaptırmak için bırakın oylamaya katılımı, mutlak şekilde yüzde 80 imza ile oy çoğunluğu gerekirken, 2002’de toplam seçmenin yüzde 24’ü, 2007’de yüzde 35’i ile savaş sonucu kurulmuş bir devletin rejimi nasıl değiştirilebilir? Almanya’ da bir Nazi Partisi kurulabilir mi?
Tekrar öze dönelim. Ben, Türkiye’nin çöktüğü konusundaki esas kanıya, hukuk sisteminde yaşananlar sonucu vardım.
Esasında hukuk sistemini iki ayrı aşamada değerlendirmek gerekir diye düşünüyorum. Birincisi şekil ve şart olarak hukuk… İkincisi de toplumsal ahlak ve vicdan olarak hukuk…
Şekil ve şart olarak hukuku hiç küçümsemiyor, aksine çok önemsiyorum. Nedir, şekil ve şarta uyan hukuk? Önce, kuvvetler ayrılığı… Devamında kuvvetler ayrılığına uygun olarak bağımsızlık…
Ama bunlar yetmez… Kuvvetler ayrılığı ve bağımsızlık dışında, yasaların; insanların (toplumun) vicdanına ve zamanın ruhuna uygun olması gerekir. Şöyle örnekler verebiliriz. Bir ara üzerinizde iki paket sigara çıktığında kaçakçı oluyordunuz. Şimdi değil… İki paket sigara eyleminde olduğu gibi, bazı eylemler, önce toplum vicdanında, sonra yasalar nezdinde suç olmaktan çıkıyor.
Bir toplumu yöneten yetkili organların (Yasama Yetkisini kullanan Meclis’in ya da şu anda ülkemizde olduğu gibi yasama organını kontrol eden tek bir kişinin) bir eylemi suç olarak tanımlaması ya da suç olmaktan çıkarması mümkündür. Ama önemli olan bu yasanın vicdanlara uygunluğu ve kamuoyu tarafından benimsenmesidir.
UMUDUMU KESTİĞİM NOKTA
Esasında yasaların hem zamanın ruhuna uygunluğu, hem de insan – insan ilişkisinde evrensel değerlere uygunluğu önem taşır. Bu konu, sadece adalet için, hukuk için değil, bir devletin bekası için de gereklidir.
Üzerinizde iki paket sigara ya da 10 dolar bulunmasının suç olup olmaması önemli değildir ama bir başkasının malını, hakkını gasp etmek, hırsızlık, canına malına kasıt, eylemler sadece yasalar bakımından değil, genel ahlak ve vicdan bakımından da suçtur.
Bunun suç olup olmadığını kabul edecek otorite, yasamayı yapacak olan parlamentolar değil toplumsal ahlak ve vicdandır. Özetle, başkasının hakkını gasp etmek, hırsızlık, rüşvet, nüfuz ticareti gibi kavramlar, parlamentoda çıkarılan yasalarla suç olup olmamaktan çıkarılamazlar.
Hırsızlık ayyuka çıkmışsa, hırsızlık, rüşvet, irtikap, gözle görülür sebepsiz zenginleşmeler, ayakkabı kutuları, para sayma makineleri, evde değeri milyar doları bulan meblağların sıfırlama konuşmaları apaçık ortada olmasına rağmen, yargı bağımsızlığı ortada kalmadığı için, hukuk bir şey yapmayabilir. Ama bu gibi durumlarda daha önemlisi genel ahlak ve toplumsal vicdandır.
Buna rağmen kamu vicdanı ayağa kalkmıyorsa, aksine sandıktaki oylarını koruyabiliyorsa, o toplumun vicdanı ve ahlakı bitmiştir. Bir toplumda ahlak ve vicdan bittiyse, hukuk da kalmaz, adalet de… Daha da kötüsü o toplumun örgütlenme biçimi devlet de bitmiş demektir…
TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NDE TC KALDI MI?
Bana çok karamsar oldun diyenler çıkabilir… Ama şu soruyu sormak isterim.
Anayasamıza göre, “Türkiye Cumhuriyeti, laik, demokratik, sosyal hukuk devletidir…” Tabii bir de bölünmez bütünlüğe vurgu yapan üniter devlet.
Şimdi soruyorum.
Türkiye Cumhuriyeti, bir hukuk devleti midir? Kuvvetler ayrılığı var mıdır? Mahkemeler bağımsız mıdır? Çoktan polis devleti olduk bile…
Türkiye Cumhuriyeti, laik bir devlet midir?
Türkiye Cumhuriyeti, demokratik bir devlet midir? Demokrasi sandıkta bir gıdım öne çıkanın astığı astık, kestiği kestik bir sistem midir?
Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter bir devlet olarak devam edeceğini söylemek mümkün müdür?
Sürekli Türkiye Cumhuriyeti diye yazdım. Son soru… Türkiye Cumhuriyetinin kurumlarının başında TC ibaresi kaldı mı?
Önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı seçimleri Türkiye Cumhuriyeti için son istasyondur. Ya Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu TC ile vedalaşacağız, ya da teslim olmamak için mücadele başlatacağız. Elbette bu mücadelede birinci adım sandıkta Ekmeleddin İhsanoğlu’nun seçilmesini sağlamaktır.
İkinci adım, kurtarıcı gibi gördüğümüz CHP ve MHP’nin dar kadrocu siyasetinden uzaklaşıp Mustafa Kemal Atatürk’ün devrim ve ideallerini özümsemiş insanların siyasete el koymasıdır. Bu, bugünkü Türkiye’de mi olacak, yoksa sınırları değişmiş bir Türkiye’de mi olacak, bilemiyorum ama böyle bir mücadele olacak. Olmalı…
Metiç Köyatası