Gezgin gazeteci Asım Güneş muhabirlik yılları ile Ahmet Şık’ı yazdı.. Alptekin Aydoğan da yorum yaptı

1990’ların başları.
Duvar Gazetesi muhabiri olarak, Haydarpaşa Numune Hastanesi’nde geceli, gündüzlü çalışıp, zar zor aldığımız haftalığımızı KFC’de harcayarak başlayan arkadaşlığımız, önce Hürriyet’e oradan da tüm hayatımıza taşındı Kazım Akar’la.
Hürriyet’te, ben Bakırköy Adliyesinde, Kazım, Eyüp Adliyesi’nde çalışmaya başladık.
Daha önce bir çok haberde karşılaşsak, birbirimizi tanıyor olsak da Ahmet Şık’la gerçekten yollarımızın kesişmesi de bu sayede oldu. Ahmet ile Kazım’ın Bakırköy’de tuttuğu ev sayesinde.
Gün ışığını küçük bir pencereden gören ama içi bizim gençlik ışığımızla dolu küçük bodrum katı dairesinde.
Tipik bir bekar evi olarak tabiki kısa sürede, ikilinin yakın arkadaşı olan tüm bekarların ortak mekanı haline gelen dairede.
Gelip giden arkadaşlar, değişen sevgililer nedeniyle evin nüfusu ve üyeleri sürekli değişim gösterse de genelde ana kadrosu, Kazım, Ahmet, Deniz, Süheyla, ben ve yaylı kadriye pek değişmedi. Kendi evim Anadolu yakasında olduğu için Bakırköydeki ev otomatik olarak ikinci hatta birinci adresim haline geldi. Meslek hayatımın en güzel, en eğlenceli diyebileceğim zamanları da o yıllarda, o küçük dairede yaşandı.
O dairede aşık olduk, o dairede ayrıldık, o dairede sarhoş olduk, o dairede ayıldık, o dairede kavga ettik yine o dairede barıştık.
Felsefe tartıştığımızda oldu, King oynarken kağıt kavgası yaptığımızda.
Evin annesi Süheyla ise babası Ahmet’ti, ben, Kazım ve Deniz’de yaramaz çocukları.
Ahmet, insanı gıcık edecek derecedeki titizliği ile elinde bir bez, sürekli bizim dağıttığımız yerleri temizleyip, toplamakla uğraşırken, geri kalan her şeyle Süheyla ilgilenirdi. Bu anaçlığını, kendisine ‘Filipinli’ lakabı takarak ödüllendir diysekte hakkını bir ömür ödeyemeyiz.
Tanıdığım kadarıyla anlatmam gerekirse eğer, Ahmet solcudur. O yüzden de zayıfların, ezilenlerin, dışlananların yanındadır. Ahmet inatçıdır, doğru bildiğini söylemekten, yapmaktan geri durmaz. Ahmet kavgacıdır, özellikle faşist tavırlara karşı. Nevizadede içerken yan masadan fasist söylemler gelse kavga çıkartabilir. Gözü kara olduğunu söylememe gerek yok sanırım onu herkes biliyor artık. Fedakardır, polisten dayak yiyen arkadaşının üzerine kapanıp kendini siper eder. Sakardır da biraz, dayak yemediği zamanlar otobüs üzerinden, duvardan filan düşüp bir şekilde sakatlar kendini. Kadına karşı şiddete müsamaha etmez, en sevdiği arkadaşıda olsa yapıştırır duvara, istediği kadar “Bırakın diyorum Asım, Ahmet” diye bağırsada. Ahmet utangaçtır, tanındıktan sonra biri kendisiyle fotoğraf çektirmek istese yüzü kızarır, kaçacak yer arar.
Ahmet’le görüşlerimiz bir çok yerde örtüşmez bile aslında. Ama gözüm kapalı güveneceğim adamlardandır.
İtiraf etmem gerekirse bazen kızdığım da oldu Ahmet’e, bu kadar sivri olduğu için.
FETÖ yapılanmasını anlatan yayınlanmamış kitabı yüzünden, cemaat komplosuyla atıldığı cezaevinden ilk çıkışında, “Bu komployu kuran polisler, savcılar, hakimler ve cemaatçiler bu cezaevine girecek” deyince “Yahu Ahmet tut şu dilini” diye içimden geçirdiğimi hatırlıyorum.
Oysa ne büyük eşeklikmiş böyle bir düşünce. Ahmet’i, Ahmet yapan şey bu. Doğru bildiğini dosdoğru söylemek. Resmen “kendin olma” demekmiş benimki.
Ahmet Şık şimdi yine cezaevinde. Hem de tüm mantık kurallarıyla dalga geçer şekilde. İlk seferinde, İmamın Ordusu kitabıyla FETÖ yapılanmasını anlattığı için tutuklanan Ahmet, bu sefer FETÖ, PKK, KCK örgütlerinin propagandasını yapmakla suçlanıyor.
Onu cezaevine atan siyasi odak, daha düne kadar tüm bu örgütlerle kucak kucağa oturmazmış gibi. FETÖ denilen kanseri kendileri besleyip büyütmemişler gibi.
Neyse bunları aklı ve vicdanı olan herkes görüyor zaten.
Benim demek istediğim, artık Ahmet Şık’ı tüm Türkiye tanıyor. Ama sadece gazete ya da televizyon haberlerinden. Muhalif Gazeteci, bir medya karakteri, bir kaç sütunluk gazete ya da bir kaç dakikalık televizyon haberi olarak.
Kaçırılan nokta da burada başlıyor.
Ahmet Şık, sadece muhalif söylemleriyle bir haber değil, etiyle kanıyla bir insan. Hepimiz gibi hayalleri, özlemleri, yaşanmışlıkları ve yaşamayı planladığı şeyler olan bir insan. Yukarıdakileri de bu yüzden anlattım.
Ve elinde Kur’an oy avına çıkan, her iki kelimesinden birinde Allah’ın adını kullanan politikacılar ve etkisindeki yargı, onu özgürlüğünden, eşinden, kızından, ailesinden, arkadaşlarından yani hayatından uzak tutuyor. Bu hakkı kendinde buluyor.
Gerçekten merak ediyorum, sürekli kullandıkları Kur’an’ı Kerim’de en büyük günahlardan biri “Kul hakkı yemek” iken, bu kadar insanın hayatıyla oynayan bu adamlar, hesabını nasıl vermeyi düşünüyor. Hem bu dünyada, hem öbür dünyada.
Ha bütün bunları Ahmet’in durumuna üzüldüğüm için filan yazmıyorum. Hatta aksine onun adına seviniyorum. Bu dönemde ruhunu satmış meslektaşlarının tersine, geleceğe onurlu, tertemiz bir isim bıraktığı için.
Bu fotoğrafı da bir şekilde görürse biraz olsun gülümser diye çektirdim Macchu Pichu’da.
Benden de, başka türlü bir tepki gelmeyeceğini az çok bilir ve umarım yarın özgürlüğüne kavuşur.
Tabi onunla birlikte tüm hakkı yenen insanlar da.

Asım Güneş

Asım Güneş’in bu yazısına, sapına kadar gazeteci olan ancak, sol değil tam tersi sağ görüşe sahip olan Alptekin Aydoğan şunları yazdı:
Helal olsun. Yüreğine sağlık.
Hemen hemen aynı tarihlerde yine Kazim Postalios-Postaeurope Akar vasıtası ile tanıdım Ahmet’i. Senin kadar çok zaman geçirmesem de, siyasi görüşüm taban tabana zıt da olsa ben de Ahmet’in insanlığına, dürüstlüğüne ve namusuna kefilimdir.
Hele ki yıllar içinde kendini 3 kuruşluk menfaatler uğruna hiç eden onlarca gazeteciyi gördükten sonra….

Alptekin Aydoğan