“ABE BU NE.. Ağustos 1990 yılı.. Meydan gazetesindeyim” Bahri Kayaoğlu yazdı..

“ABE BU NE?”

Ağustos 1990 yılı…
Meydan gazetesindeyim.
Saddam Hüseyin, Basra eyaletine bağlı olduğunu gerekçe göstererek Kuveyt’i işgal etti. 1. Körfez Savaşı böylece başlamış oldu. Biz gazetecilerin doğal görev yeri de Habur sınır kapısı oldu. Ayın 21 gününü orada geçiriyoruz.
***
Bölgeden İstanbul’a yeni dönmüşüm…
Bir hafta dolmadan rahmetli haber müdürümüz Behiç Kılıç beni, Şenol Gezer, Yaşar Boztepe ve Ahmet Akpak’ı (Allah gani gani rahmet eylesin) yanına çağırdı. “Bölgeye birlikte gidin. Şenol sen, askeri birliklerimizi takip et. Ahmet sen, Emniyet tedbirleri ile ilgili kolluk kuvvetlerini takip et. Yaşar sen ve Bahri, sınırda kurulan kampta yaşananları takip edin” diye talimat verdi.
Ahmet Akpak, “Ben orada kimsenin arabasına binmem. Buradan benim araba ile gideriz ”dedi.
Behiç abi, “Ne yaparsanız yapın. Hepinizin de şoförlüğü var. Sıra ile kullanırsınız aracı. Haydi, gidin” deyip kestirip attı…
***
Bölgeye dört kişi gönderilmemizin nedeni şu: 1991’ın hemen başında, Barzani ve Talabani’ye bağlı peşmergelerin Saddam’a karşı kuzeyden ayaklanmaları, aniden son 50 elli yılın en büyük göçüne dönüştü. Mart ve Nisan aylarında, Saddam’ın zulmünden kurtulmaya çalışan iki milyon Kürt, Irak’ın kuzey sınır komşuları olan Türkiye’ ve İran’a doğru kaçmaya başladı. Türkiye’ye sığınmaya çalışan gruplar için Zaho kenti yakınlarında güvenli bölge oluşturularak bir kamp kuruldu. Fakat yetersiz güvenlik nedeni ile göçmen gruplar Türkiye’nin içlerine dağılmaya başladı…
***
Gazetenin muhasebesinden ayrı ayrı harcırahlarımızı aldık. Diğer hazırlıklarımız tamamlayıp ertesi gün erkenden çıktık yola. Ahmet’in, eski model manda kasa bir Mercedes arabası var. Doğu’ya doğru onunla gidiyoruz. Yolumuz uzun…
Birinci molayı Sapancı Gölü kıyısında verdik. İkinci molayı Bolu dağında verdik. Tekrar yola çıkmadan önce, ”Ahmet abi sen yoruldun. Geç arkaya uyu. Birimiz kullanalım” dedim.
Demez olaydım…
Hışımla döndü üçümüze, Elini, kolunu sallayarak; “Yok, arkadaş hiç birinizi arabamın şoför koltuğuna oturtmam, bilesiniz. Kendim sürerim” diyerek, bas bas bağırıp durdu…
“Ahmet abi, etme eyleme. Yol uzun. Cizre’ye kadar nasıl sürersin arabayı tek başına” diyoruz ama nafile.
***
Rahmetliyi bilen arkadaşlarımız çoktur. Asabi biridir… Titizdir… Ara sıra ağır küfürler eden nazik (!) halleri var… Hele bir tiki var ki düşmanımızın başına. Yanında ‘ciğer’ lafı etmeyeceksin. Bu kelimeyi duyunca delilenen biri. Onu kızdırmak isteyen, sadece ‘ciğerim nasılsın?’ desin yeter. Küplere bindiğinin anıdır…
***
Bolu dağı ortasında, işte bu araba sürme mevzusu açılınca, birden ‘ciğeri’ kastederek; “Bakın” diyor. “Birinizden, bilmeden bile olsa o kelimeyi duyarsam, Anam avradım olsun, sıkarım…”
Diyarbakır’a varınca ciğer yeme hayalleri kurmuşuz… Adını bile duymaya tahammülü olmayan birini nasıl sokarız ciğerci dükkânına? Üstelik Güney Doğu’nun her tarafı ciğerci dolu. Hangi lokantaya girsen, mönünün başında ‘ciğer’ yazıyor. Garsona, ‘ne yiyelim arkadaş’ diye sorsan, önce ‘Ciğer’i sayıyor.
Aldık mı başımıza belayı…
***
‘Sıkarım ’deki kastı de şu…
O dönemde çıkan bir yasa ile Sarı Basın Kartı sahibi kişiler, müracaatı halinde kısa süre içinde kolayca taşıma ruhsatlı silah alabiliyordu. Ahmet Akpak ve Şenol Gezer’de bu yasadan faydalanarak taşıma ruhsatlı silah alan arkadaşlarımızdan. İkisinin belinde tabancaları var. Bu hikâyede anlatacağım gibi, yolculuk süremizde ‘tabancalar’ epey mevzu konusu oldu tabi…
Neyse…
Şöyle bir çözüm buluyoruz…
Tamam, biz arabasını sürmeyeceğiz ama her molada kendisi iki üç saat uyuyacak…
– Olur, diyor.
Üçüncü molayı Gerede’den sonra veriyoruz.
Arka koltuğa geçen Ahmet abi uzanıp hemen uyuyor.
Ama ne uyuma!
Gök gürültüsünü andıran horultu sesinden, yanımıza park eden araç sürücüleri anında arabasını çalıştırıp uzağa kaçıyor…
***
Bu molalar ve uyumalar her iki üç saatte bir oluyor.
Artık molalarda arabayı park alanı içinde hep uzak bir yere çekiyoruz.
Yanımıza kimse gelip park etmesin diye…
Ahmet abinin gözü gibi baktığı iki şey var. Arabası ve silahı…
Her molada önce arabasının motor kaputunu açıp yağına suyuna bakıyor. İç tozlarını alıyor ve dışını muhakkak yıkatıyor. Sonra silahını söküp güzelce kadife bezle siliyor, yağlayıp parçalarını tekrar takıyor yerine… Bu fasıllar bir saat kadar sürüyor. Sonra uyuma faslı…
Ertesi gün öğleden sonra Kayseri’ye girdik…
İkinci günün akşamında nihayet vardık Malatya’ya…
Ahmet abi, Şenol ve Yaşar bir otele yerleşti.
Ben baba ocağına geçtim…
***
Ertesi sabah erkenden yola çıkmamız lazım. Gece olmadan Cizre’ye girmeyi planlamışız bir gün önce. Otele varınca Şenol ve Yaşar’ı lobide kös kös otururken buluyorum.
– Ahmet abi nerede?
– Gitti, diyor ikisi birden…
– Nereye gitti? İstanbul’a mı döndü? diyorum şaşkınlıkla.
– Keşke İstanbul’a dönseydi, diyor Yaşar Boztepe.
Sinirlenmiş. Bıçak vursan suratında kan akmayacak. Kalkıp volta atıyor lobi içinde…
– Yahu nereye gitti peki?
– Oto sanayiye gitti, diyor Şenol. “Arabasına bakım yaptıracakmış.”
Yapacak bir şey yok. Sakinleştirmeye çalışıyorum ikisini. Çıkıp şehri dolaşıyoruz. Ara sıra otele uğruyoruz, Ahmet abi gelmiş mi diye. Neyse, öğle namazından sonra çıkıp geliyor. Asık suratlarımız görünce ortamı yumuşatma çabasına giriyor.
-Kız gibi oldu araba, diyor gülerek. Tepkisizliğimize bozuluyor ama daha fazla ses etmiyor o da…
Çıkıyoruz yola…
Kimsenin ağzını bıçak açmıyor. Şenol ve Yaşar barut fıçısı gibi. Ahmet abi tek kelime söylese anında patlayacaklar…
***
Elazığ’ı geçtikten sonra Maden ilçesinin girişinde su kenarı, salaş bir dinlenme yeri var. Mola veriyoruz. İstediğimiz yemek siparişleri geliyor. Yanı başımızda akan suyun havzası içinde buz gibi olmuş bir Diyarbakır karpuzu da getiriyor işletmeci, ‘benden’ diyor.
Ahmet abi silahını çıkarıp yine temizlemeye başlarken Şenol Gezer’e dönüyor.
– Var mısın şu karpuzu otuz metre ileriye dikip nişan almaya?
Şenol, ‘varım’ diyor. O da silahını çıkarıp temizlemeye başlıyor.
Yaşar fırıldağın teki. Kaçırır mı fırsatı? Anında giriyor devreye.
– Bu iş iddiasız olmaz arkadaş. Neyine nişan alacaksınız?
-Tamam, diyor ikisi de. “Ortada bir iddia olsun”.
Moladan sonra ikişer atış yapacaklar. Vuramayan ödeyecek hesabı…
Çaylarımızı getiren adam Ahmet abinin elindeki tabancayı görüyor.
– Abe bu ne?
– Silah, diyor Ahmet abi. Adamın yüzüne ters ters bakarak…
Çaylarımız masaya bırakan adam, başparmağı ile işaretini de vererek, “bi dekke” diyerek gidiyor.
Az sonra elinde bir Kalaşnikof’la dönüyor.
– Abe sileh budır. Senınki sileh mı?
***
O anda kayışlarımız kopuyor. Yaşar, Şenol, ben basıyoruz kahkahayı. Ama nasıl gülmek… Gözlerimizden yaşlar akıyor. Krize tutulmuşuz. Tam dururken gülme, tekrar başlıyor…
Apar topar tabancasını kadife bezine saran Ahmet abi, “Ne gülüyorsunuz lan” diyerek azarlıyor bizi ama dinleyen kim? Çayımızı bile yudumlayamıyoruz gülmekten…
Yaşar Boztepe’nin Allah diline düşürmesin bir kere… İkide bir, çay kaşığını ya da şekeri ya da yerden bir çöp alarak veya uçan kuşu, bir bana bir Şenol’a göstererek, “abe bu ne?” deyip duruyor. Hayda biz tekrar gülme krizinde…
Kulakları çınlasın Yaşar’ın… O gün yolda giderken ve sonraki günler, hatta uzun yıllar boyunca hangi ortamda bulunsak, herhangi bir şeyi gösterip, “abe bu ne?” sorusu hiç düşmedi dilinden. Her seferinde tekrar başlardı bizde gülme krizi…
***
Dördüncü günümüz dolarken Allah’a şükür, sağ salim vardık Cizre’ye. Kadoğlu otele yerleştik. Birini benle Yaşar, diğerini Şenol kullanmak üzere iki araç daha kiraladık. Görev dağılımı yapıp ayrılacağız. Ahmet abi; “Ben otelden çıkmam arkadaş. Yarın da İstanbul’a geri dönüyorum” demez mi?
Haydaaaa…
Behiç Kılıç’ı arayıp durumu anlatacağız ama hiçbirimizin cesareti yok. Zaten normalde yirmi saatte varmamız gereken yere dört günde varmışız… Daha ikinci gün Kayseri’deyken, “hala varmadınız mı d…..klar” deyip sallamış telefonda hepimize…
– Ahmet abi, o zaman sen ara. Behiç abiye haber ver, diyoruz.
Mecburen arıyor. Telefonun başındayız dördümüz.
– Ne var hayatım, diye başlıyor konuşmaya müdürümüz.
Ahmet abinin dili damağına dolaşıyor konuşmaya başlarken.
Fakat gösterdiği bahane, şahane…
– Abi, diyor. “Ben dönüyorum. Burada her yerde o ŞEY yazılı. (Ciğer diyemiyor) Biliyorsun tikim var…”
Uzun süren bir sessizlik oluyor. Behiç abinin telefonu eliyle kapatıp gülme krizine girdiğini sonradan öğreniyoruz, servis şefimiz Erol Taş’dan…
Sonra, “Tamam, hayatım. Çok çalıştın, sen dön” sesi geliyor ahizeden…
***
Ertesi sabah Ahmet abiyi yolcu ediyoruz İstanbul’a. Dinlene dinlene gitmesini özellikle tembihleyerek. Kaç günde gittiğini merak edenler için yazayım bari… Günlerden Cumartesi sabahı Cizre’den hareket eden Ahmet abinin, Perşembe günü öğleden sonra İstanbul’a vardığını öğrendik…

Bahri Kayaoğlu

Bahri Kayaoğlu