Küçük İskender’in arkasından yazılmış en güzel yazı bu olsa gerek. “Evet, arkada çıplak yatan kişi benim”

Haluk Baylan’dan nefis bir yazı size..

Hayatımın bir döneminde arkadaşım olan İskender hayatını kaybetti.
Bu fotoğraf onunla olan tek fotoğrafım sanırım.
Evet, arkada yatan kız vücutlu, ince belli, 60 kilo, götü açık kişi benim…
Fotoğrafı, arkadaşım Muammer Yanmaz bir projesi için çekmişti, sağolsun…
İskender benim için bir dönemi, 90’ları, Beyoğlu’nu ve benim ben olma sürecimin bir parçasını temsil eden önemli bir arkadaştı.
Biraz yazayım dedim, bokunu çıkardım, uzun oldu.
İskender’i değil kendimi, benim hatırladığım bir şeyleri, büyümemin bir kısmını ve bu fotoğrafın hikayesini yazmaya çalıştım.

***************

İSKENDER

1990’ların ilk yarısındaydık.
Köprüaltı Kemancı yanmış ve oradaki tayfa Beyoğlu Kemancı ve Eski Kemancı’nın açılması ile Sıraselviler’den başlayarak Beyoğlu’na taşınmıştı.
Uzun saçlı, küpeli, salaş giyinen, rock müzik dinleyen insanlar Beyoğlu’nda daha çok görünmeye ve normal karşılanmaya başlamıştı.
Girilemeyen Beyoğlu’nun arka sokakları bize de açılmış.
Galatasaray’a kadar sorunsuz gidebilmeye başlamıştık.
Geceleri Tünel ve sonrası büyük sıkıntıydı ama olsun…
1988 yılında liseyi bitirince küpe takıp, saçlarını uzatmaya başlayan bendeniz de dahil olmak üzere, uzun saçlı ve küpeli erkeklerin (kadınları hiç söylemiyorum bile) İstanbul’un çeşitli yerlerinde ve Beyoğlu’nda çeşitli tacizlerle dolu, kavgalı, gürültülü günleri geride kalmış ve güzel günler başlamıştı.
Ne güzel günler…

1993-1994 yıllarına geldiğimizde İstiklal’e girince insanlara selam vermekten yürüyemez bir hale gelmiştim.
Her sokak başında bir iki tanıdıkla karşılaşıp sohbet edip geceyi doğaçlama planlayarak günlerimi geçiriyordum ben de… Hep beraber takılıyorduk işte. Nerede akşam orada sabah.
Sex, drugs, rock’n’roll… Kimler kimler yoktu ki?
Çevremiz müzisyen, fotoğrafçı, karikatürist, ressam, şair, gazeteciden falan geçilmiyordu.
Ben bir merkezde fotoğraf dersi verirken üst katta Kazım, Zuğaşi Berepe ile provalar yapıyor, aralarda çay içip sohbet ediyorduk.
Bir akşam kendimi Nuri Bilge Ceylan’ın evinde fotoğraf konuşurken bulabiliyordum.
Devamlı takıldığım Hades barda (Ahh be Fatih’cim) hafta içi öğlen vakti içerken, içeriye Engin Yörükoğlu giriyor, selam verip baterinin başına oturuyordu.
Barda tek müşteri (veresiye defteri olan!) benken beş dakika sonra Cahit Berkay da gelince “N’oluyor lan?” demeye kalmadan bir bakmışsın Cem Karaca da orada ve prova yapmaya başlamışlar.
Cahit Abi bana “Rahatsız etmiyoruz di’mi kardeş?” diye soruyor.
Gözümün önünde tarih yazılıyor, Moğollar tekrar bir arada, Cem Karaca da orada, bana özel konser gibi bir şey.
“Ne rahatsızlığı Cahit Abi”
, o anda ölsem gam yemezdim yahu…
Daha neler neler anlatması yüz yıl sürer, yazsam bin sayfa…

Saçı uzun ve küpeli, doğma büyüme Beşiktaşlı olan salak bendeniz, o sıralardan az önce (1991’e kadar sanırım) mal değneği, sik kırığı bir heriftim aslında.
Ortalama bir Anadolu barzosunun Beşiktaş versiyonu…
Önce fotoğrafçılık bölümüne girdim ve futbol dışında sanat diye bir şeyin varlığından haberdar oldum.
Ve sonra da Duygu Asena ekibine girdim ve onlarla çalıştım.
Benim için ne kadar geliştirici, büyütücü, öğretici ve muhteşem günlerdi.
Ne şanslıyım, ne şanslıyım, ne şanslıyım… Canım Duygu Hanım…
İlk günlerimde büyük bir iş ciddiyetiyle işe geldiğimde, dergide kimse yok diye düşünürken, Hızır Tüzel abicim masanın altından uyanıp kalkıyor ve yazısının başına oturuyordu, ilk hatırladığım; “Bir penisin evrak-ı metrukiyesi”. Ne farklı yazılar, ne kadar bambaşka bakış açıları, feminizm falan. Hepsini merakla okuyordum. Kadın hakları, insan hakları, özgürlük, delilik, şu bu…
Mesela, kadın denilen şeyin, benim sandığım şeyle uzaktan yakından alakası yokmuş, ben orada öğrendim.
Daha 21 yaşına girmemiş bir ergen olarak kafam da karışıyordu bazen.
Gündüz bir manken adayının ya da yıldızın, akşam Hilton’daki sosyete partisinin, gece sokak çocuklarının fotoğraflarını çekiyordum.
Sokak çocukları vardı; Süleyman vardı. Onlarla takılmak daha samimi geliyordu. Ama tiner çekip kendilerini hızla öldürüyorlardı.
Onların yanlarında olmalıydım biraz paylaşmalıydım.
O sosyete partisinde bir gecede harcanan parayı görüyordum, sonra da çocukları…
Çocuklar samimiydi, onlara ahbap oldum, “Tiner içmeyin lan götler” diyerek başladığım yolculuğumun kısa bir süre sonrasında onlarla beraber tiner çekmeye başlamıştım.
Sonra Süleyman öldü. Ne tatlı bir çocuktun Süleyman…
Birçok şey daha oldu sonraları.
Eskiden canım hep acıyordu, artık daha da acımaya başladı.

İstanbul’a o dönemde gelmeye başlayan siyahilerin Bilsak 5. katta açtıkları reggae barın fotoğraflarını çektikten sonra arkadaşlarımın çoğu siyahilerden oluşmuştu. Ve onlarla takılmak çok eğlenceli oluyordu.
1992 yılında bol Bob Marley’li geçen bir gecenin sabahında, dergide çıkacak bir haber için genç bir şairin evine gittim. Beşiktaş Vişnezade’de bir ev…
Annesi açtı kapıyı. Şairle tanıştık. “Merhaba ben İskender…” Sohbet, çay, kahve, fotoğraf çekimi falan, çıktım gittim sonra… “Küçük İskender diye isim mi olur lan?”

Aradan iki sene geçti 1994 yılında bir gün sevdiğim arkadaşım Muammer Yanmaz aradı, “Haluk bir çekim var, poz verir misin?”
O sıralarda bana birisi “Haluk poz verir misin?” diye sorduğunda “Çıplak erkek modele ihtiyacım var” anlamına geliyordu.
Ahlak anlayışım hiçbir zaman ortalama olmamıştı, ama yaşadığım iki üç yıllık süreç sonrasında penis, vajina gibi zımbırtılar bana ağız, burun, ayak parmağı gibi sıradan gelmeye başlamıştı neyse ki…
Gerçi ben bir abartıcı olarak tabii ki bokunu çıkartmıştım kabul edeyim.
Antin kuntin yerlerde ve şekillerde çıplak modellik yapabiliyordum.
“Haluk, jartiyer giyer misin?”, “Neden olmasın”, “Travesti taklidi yapar mısın?”, “Olur tabii ki.” Birçok uvertür sanat için soyunmuştur ya, benimki de o hesap…
Hem ben bir boyalı kuştum, bunu mu takacaktım. (Neden politikacı olmadım sanıyorsunuz? İnsanlarda milyon tane çıplak fotoğrafım var lan. Cumhurbaşkanı olsam falan düşünsenize rezilliği. Her gün gazetelerde götüm, çüküm.)

Muammer’le Beyoğlu’nda çekim yapılacak evde buluştuk, şimdi kim olduğunu hatırlamadığım bir kişi (sanırım Muammer’in asistanı olabilir) ve asıl çekilecek kişi vardı: Küçük İskender…
Muammer bir seri fotoğraf projesi için İskender’i fotoğraflayacaktı ve ben arka fonda, az önce İskender’in yanından kalktığı, götü azcık açık, çıplak erkek pozu verecektim.
Hemen soyundum, çekime başladık, birçok kare çekildi.
Sonra bir ara Muammer, İskender’e “Daktiloda bir şeyler yazıyormuş gibi yapsana” dedi.
İskender de yazıyormuş gibi yapmaya başladı, abuk sabuk basıyordu tuşlara.
Sonra çekim bitti… Daktilodan kâğıdı çıkarttı. “Lkj kjdflkasjdflkjp jadşlfjıuj kjlaşkdfoıqpot şlkfşalsk oqtrı” şeklinde yazılmış satırların aralarında bir yerde “Denizden başka kimsesi yoktu balıkların” yazıyordu. Vay arkadaş…

Çekim sonrası oturup bira içmeye başladık.
Muammer de gidince İskender ile beraber içmeye devam ettik.
Sohbet sohbeti açtı, sanat, hayat konuştuk bol bol… Ve arkadaş olduk o gün.
Aynı yerlere takıldığımızı fark ettik, yani en ucuz içkilerin olduğu her yer.
Gitannes, Beyrut, İngiliz Konsolosluğunun karşısındaki adını bilmediğim eski Gitannes diye anılan yer falan filan… Kazancımdan bana kalan tüm paramla içtiğim günlerdi, İskender de öyle…
Hayatımın yaklaşık iki yılı İskender iyi arkadaşım oldu.
Ne kadar güzel sohbet ediyorduk.
Kafamın uyuştuğu ve sanat konuşabildiğim ender insanlardan biriydi.
Ben fotoğraf anlatıyordum, bazen çektiğim ve yok edeceğim fotoğrafları gösteriyordum ona, o şiir…
Kendim için çektiğim fotoğrafları kimseye göstermememi, onları yok etme isteğimi anlıyor ve mantıklı da buluyordu.
Dadaizm, sürrealizm falan konuşuyorduk bol bol, ne gereği varsa… Ve içiyorduk…
Bir ara Nevizade’de bir metruk binanın (evet metruk binalar vardı Beyoğlu’nda çokça) en üst katında, kapısı kapanmayan bir evde yaşardı.
Gecenin bir vakti “İskender evde mi, n’apıyor?” diye çıkar, açık kapıdan girer, şarap içerken bulurdum genelde. Şarabı beraber bitirip dışarı çıkar devam ederdik…
Tanıdığım kadarıyla çok çapkın birisi değildi ama bir keresinde bana yüz kişinin önünde ilan-ı aşk ilan etmişliği de vardı.
“Heteroyum lan ben” deyince “Nereden biliyorsun, denedin mi hiç?” diye sormuştu. “Bana kadınlar süper yaratıklar gibi geliyorlar ve çok seksiler be İskender” deyip konuyu kapamıştım.
Hem ben o sıralar (Çoğu sıralar olduğu gibi) aşk acısı çekiyordum.
Ağzıma sıçılmış gibi hissediyordum.
Bir de klasik varoluş falan işte, ne sikime yararım bu dünyada…
Zaten mutsuzum, 22-23 yaşında ergenim, bir de üstüne gay olamam lan.

Çok alkollü geçen bir gecenin sabaha yakın anlarında, Mini Meyhane’de yanımda iki arkadaşım daha varken “Sizi Türkiye’nin en iyi şairleriyle tanıştırayım mı?” deyip bizi Beyoğlu’nun Tophane’ye inen kısmından aşağıdaki bir ahşap binanın çatı katına çıkardı.
Kapıyı çaldığında, kapıyı açan ve üzerinde sadece beyaz donu olan o iyi şairin kim olduğunu hatırlamıyorum.
Masada dört kişi poker oynuyordu. Hepsi donlarıyla…
Biri kalkınca ben oturdum pokere pantolonumla… Kimdi lan o iyi şairler? Ben o kafayla nasıl poker oynadım?

“Kelimeler yaraladı beni ve onlar iyileştirecek” demişti Jim Morrison.
Sen de yaralıydın ve kelimelere sığınmıştın ve severdin Morrison’u… Beni çok benzetirdin Jim’e… Acayip hoşuma giderdi, çünkü zaten onu taklit ediyordum o zamanlar. Hayrandım ve benzemeye çalışıyordum. Benzetilince de bayılıyordum… (Jim’den önce de lise ve sonrasındaki bir iki yıl John Taylor taklit etmişliğim vardır. Evet özgün olmakla alakalı bir sorunum var sanırım.)

Ve fakat en sonunda sana kızdım (sebebi bana kalsın).
Ve o kızdığım günden sonra da bir daha görmedim seni.
Tesadüf değil mi ya, hiç karşılaşmadık bile nasıl olduysa…
Ama senin sohbetini hep özleyeceğim be İskender…
Hastalığını öğrendiğimde iyi olmanı temenni ettim hep. Ama olamadı…
Seninle arkadaşlığımız sürecinde, benim hayatımda hiç durmadan birileri ölüyordu.
Ve ne kadar çok ölüm konuşuyorduk.
Konuştuğumuz, merak ettiğimiz ve bildiğimiz bir şeydi ölüm.
Ben en son dört sene önce bir bakıp geldim yine ama burası hâlâ tatlı bana, daha uzun süre gitmem sanırım.
Ama sen gittin işte.
Hayatımın bir dönemindeki arkadaşlığın için şükürler olsun ve teşekkür ederim.
Yolun açık olsun…

Not:
Senin bana kendi okudukların hariç hiçbir şiirini doğru düzgün okumadım, internette öyle böyle gördüklerim sadece. Bir tane kitabın var bende ama henüz okumadım. Neden bilmiyorum…

Haluk Baylan

Haluk Baylan – Küçük İskender