Kanlı Pazar’ın tarihe geçen fotoğrafını çeken bir Atılay Kayaoğlu vardı. Cemil Özyıldırım yazdı

Kanlı Pazar - Atılay Kayaoğlu

Baki kalan kubbede hoş bir sada!..

İnsanların çoğu yaşamadan ölürler. Bazıları ise öldükten sonra yaşamaya devam ederler. Bugün anlatarak anacağımız meslektaşımız, aradan yıllar geçse de, gönlümüzde ve kalbimizde yaşamaya devam ediyor. Ölümünün ikinci yılında rahmetle andığımız Gazeteci Atılay Kayaoğlu, ilk kez tanıyanlar için, o cüsseli kalıbı ile kaya gibi sert görünümlü, ama deniz kumu gibi yumuşak kalpli, su duruluğunda tertemiz karakterli bir dosttu.

Tarih 2017 yılının Mart ayını gösterirken yerleştiği Bodrum’da, hastane tedavisinden sonra İstanbul’daki evine getirilen Atılay Kayaoğlu 74 yaşında idi. Seçkin Türesay, Ertuğ Karakullukçu, Nejat Seçen, Ertuğrul Akçaylı, Mete Ongan ve ben, ziyaretine gittik. Önceki eşi Bahar Pekuysal ve baldızı İmren Sipahi, bizleri karşılayıp ağırladı. Atılay yan odada idi. Odasına girdiğimizde, başı duvara dönük olarak yatıyordu. O koca vücut sanki küçülmüş, tek kişilik bir yatağa sığmıştı. Nejat Seçen yatağına yanaştı ve isimlerimizi sayarak ‘’Atılay seni görmeye geldik. Sen her güçlüğü yenen insansın. Tanrı seni bize bağışlayacak. Seni çok seviyoruz’’ dedi. Atılay’dan bir tepki gelmedi. Sadece nefes alışını duyduk.‘’Uyuyor. Uyandırmayalım ‘’diye odadan çıktık. Bahar hanım ve baldızı ile biraz oturduktan sonra, izin isteyerek ayrıldık. Apartmanın kapısından çıkıp, 15-20 metre yürümüştük ki, telefonum çaldı. Baldızı İmren hanım ‘’Maalesef Atılay’ı kaybettik’’ diye o acı haberi verdi. Tarih 29 Mart 2017, saat 15.20 idi.

Sessiz ölüm

Doktor bir ailenin kızı olan İmren Sipahi, ziyaretten hemen sonra olanları şöyle anlattı:

‘’Siz çıktıktan hemen sonra üzerini örtmek için odasına girdim. Hareketsiz yattığını görünce duvara dönük başını çevirdim. Gözleri açık, ancak hareketsizdi. Nabzını ve boyun damarını, yokladım, atmıyordu. Nefesi de durmuştu. O zaman onu kaybettiğimizi anladım. Eve çağrılan 112’deki doktor da muayeneden sonra, ‘’Başınız sağ olsun’’ diyerek Atılay’ın vefatını doğruladı. O benim beyaz şövalyem idi. Beyaz atına bindi ve gitti. Gidiş o gidiş. Acısı hala yüreğimizde. Ben hep ağabey hasreti ile büyüdüm. Bu hasretimi Atılay ile giderdim. Benim ve çocuklarımın üzerine titrerdi. Onun her şeyi idik. Onunla bir anım var ki unutamam. Tatil için beni Bodrum’a çağırmıştı. Birlikte deniz kenarına inerdik. Ben denize girince, üzerinde tişörtünü çıkarmadan ayağa kalkar, bana göz-kulak olurdu. Yine birlikte idik ve denize girdim. Çok güzel yüzerim, arkama bakmadan da açılırım. Yine öyle oldu. Sahilden hayli uzaklaşmıştım. Atılay sahilde bir aşağı, bir yukarı koşuyor, el-kol hareketleri ile dönmemi istiyordu. Sonra üzerindeki tişörtü çıkarmadan denize atladı. Bir yandan bana ulaşmaya çalışıyor, bir yandan da ‘’İmren, İmren, İmren’’ diye sesleniyordu. Ona doğru yüzdüm. Baktım ağlıyordu. Heyecanlanınca gözyaşı dökerdi. ‘’Sen ne yapıyorsun. Ya bacağına kramp girse. Boğulma tehlikesi geçirsen. Çocukların ve ben ne yaparız İmren’’ diye çıkışıyordu’’

Tarihe damga vuran fotoğraf

Atılay Kayaoğlu Hürriyet Spor Servisinde olduğu kadar, gazetede de eleştirilmeyen, vazgeçilmeyen, paylaşılmayan bir foto muhabiri idi. Sadece Spor Servisinin mi?. Daha Hürriyet Gazetesinde ilk yılında İstihbarat servisinde çalışırken, 1969 yılındaki ‘’Kanlı Pazar’’ olarak adlandırılan Taksim olaylarında, akıllara kazılan öyle bir resim çekmişti ki, tarihe damga vurmuştu. Bu resim Hürriyete ulaştığı zaman, gazetenin hazırlanan birinci sayfası, gazeteci deyimi ile yıkılmış, sayfanın 9 sütununu kaplamıştı. Olaylarda öldürülen iki kişiden biri olan Ali Turgut Aytaç’ın bıçaklanma görüntüsü ve polisin bu olaya seyirci kalan umursamaz tutumu, Atılay Kayaoğlu’nun objektifinin eseri idi. Üstelik böyle bir fotoğraf, hiç bir gazetede de yoktu. Hürriyet Gazetesi spor servisinin usta foto muhabiri İlyas Namoğlu, gazetede yaşananları şöyle anlatıyordu.

‘’O pazar günü, Galatasaray- Eskişehirspor maçında görevliydim. Maçtan sonra gazeteye geldiğimde, ortalıkta bir telaş vardı. Özellikle Yazı İşleri katında bir koşuşturmadır gidiyordu. Spor Servisinde bile, (Yahu Atılay’ın çektiği resmi gördünüz mü?) sorusu dillerde dolaşıyordu. Merak edip maç filmlerini yıkatmak için indiğim karanlık odada, basılan filmin kartlarına baktım. Hakikaten dehşet bir enstantane idi. Öyle bir olayda, insanın cesaretle objeye yaklaşması, eli titremeden deklaşöre basması, olacak şey değildi’’

Gazetede bir balık adam

Profesyonel düzeyde bir balık adamdı Atılay Kayaoğlu. Su altına dalar, zıpkın ile balık avlardı. Bazen Çanakkale’ye, bazen de Trakya’da Enez’e giderdi. Bu yolculuğa çıkmadan birkaç gün önce, bir torba içinde malzemelerini getirir, dolabına yerleştirirdi. Onunla iyi geçinen bir dosttum. Ama beni öyle bir oyuna alet etti ki, hiç unutmuyorum. Mahir Çerçi ile birisine balık adam kıyafetini giydirip, salonda dolaştıracağı konusunda iddiaya girmişti. İddianın ucunda yemek ısmarlamak vardı. Ne yazık ki bu iddianın kurbanı ben oldum

Gazetede ortalığın sakinleştiği bir saatti. Atılay malzeme torbasını dolaptan alıp, beni boş bir odaya soktu, Balık adam kıyafetini, su altı gözlüklerini, şinorkeli ve koca paletleri giydirip, beni Haber Merkezinin, İstihbaratın, Spor Servisinin çalıştığı salona çıkardı. Kahkahalarla ilk gülen oydu. Sonra salondakiler de ona katıldı. Gözümüz Mahirde idi. Bu arada flaşlar patlıyor, resimler çekiliyordu. Mahir de gülüyordu. Bir ara Mahir telefonla bir yerleri aradı. Bir de baktım, İlan Servisi Müdürü Ergin İnanç kapıdan giriyor. Rahmetli Ergin ağabey, (Kim ulan bu?) diye gülerek yanıma geldi ve gözlüklerimi çıkardı. (Oğlum, hadi ben bir şey demem. Ama yukarıdakiler görürse, kapı önündesin. Bu kıyafeti hemen çıkar, ortalıkta dolaşma.) dedi. Masasında oturan Atılay seslendi ’’Müdür sadece burada mı dolaşıyor. Vallahi manyak evden de böyle gelmiş) demez mi, kahkaha tufanı koptu. Rıfkı Kadam odasının kapısına dayanmış, ‘’Allah akıl fikir versin. Burası tiyatro mu’’ diye söyleniyordu. Mahir’e gelince, masasında yoktu. Ne yazık ki, Mahir’in yemek daveti, sadece Atılay ile ikisi arasında kaldı. Güya ben de yemeğe götürülecektim. Eveeet.. Atılaylı, Mahirli, Şakirli, Sadettinli, Muratlı, Hayrettinli, Hulkili, Hüsnülü Hürriyetin o günleri, işte böyle şen-şakrak idi.. Ya Şimdi.?..

FİBA’da yükselen ses

Baba mesleğinin başarılı bir temsilcisi olan Esat Yılmaer, rahmetle andığımız duayen gazeteci Hasan Yılmaer’in oğlu idi. Uzun yıllar Hürriyet Gazetesi Spor Servisi’nin Müdürlüğünü yapan Esat Yılmaer’in, Türkiye’de basketbolun sevilmesi ve gelişmesinde büyük katkıları vardı. 1990’lı yıllarda, Avrupa Basketbol Şampiyonasını izlemek, üyesi olduğu FİBA’nın (Avrupa Basketbol Federasyonu) seçimlerine katılmak için, yanına Atılay’ı alarak Paris’e gitti. Bundan sonrasını Esat Yılmaer şöyle anlattı:

‘’Ulusal basketbol organizasyonlarını düzenleyen FİBA, ayrıca uluslararası basketbol yarışmalarının yönetim sorumluluğunu üstlenen bir kuruluştur. FİBA’nın Avrupa Basın Konseyi seçimlerinde genel sekreterlik için Fransa, Amerika ve İtalya’dan üç aday bir de Türkiye’den ben vardım. Başkan Noah Klieger konuşmak için kürsüye çıktığında, adımı açıklayarak benimle de çalışmak istediğini söyleyince, salondan sesler yükseldi. Ortalık biraz yatışınca Atılay Kayaoğlu ayağa fırladı ve ‘Ben de Esat Yılmaer’i istiyorum’’diye bağırdı. Bu görülmüş bir şey değildi. Salondakiler yabancı dilleri ile ona bir şeyler söylüyordu. Atılay yerine oturmadan, aynı isteği yüksek sesle bir kez daha tekrarladı. Oysa Atılay, orada sadece seçimleri izleyen görevli diğer gazeteciler arasında bulunuyordu. Başkan Noah da kürsüden yine adımı tekrarlayınca, bu defa salon alkışlarla karşılık verdi. 3 Genel sekreter adayı ile birlikte seçildim.Yani, beni FİBA’nın genel sekreterliğine seçtiren Atılay oldu ve bu görevi 10 yıl yaptım’’..

Dolmabahçe’de dans

Atılay Kayaoğlu’nu anlatacaklardan biri de, gazeteci Ahmet Çitoğlu idi. Hürriyet Gazetesi’nin spor sayfalarını yıllarca çizen mizanpaj ustası Çitoğlu, özellikle maç günlerinde Atılay ile çok sık muhatap olduğunu söylüyor. Onu şakacı, yardımsever, gönül dostu ve usta bir objektif olarak tanımlıyor. Atılay’ı bir de Ahmet Çitoğlu’dan dinleyelim:

‘’Kabadayı bir görünüşüne rağmen Atılay, kolay diyalog kurulacak bir insandı. Özellikle spor fotoğraflarında İlyas Namoğlu ile aralarında gizli bir rekabet vardı. O yüzden, ikisi aynı maçta görevli oldukları zamanlar, gelen filmler arasından hangi kareyi seçeceğimiz de, zorlanırdık. Bu nedenle spor servisinin toplantıları hayli uzun sürerdi. Daha sonra bu rekabetin içine Mehmet Akgüneş de katıldı. Bir maç sonrası bu üçlü rekabetin çektiği resimlerden, Mehmet Akgüneş’in fotoğrafını seçtik. Atılay bozulmuştu. Sonraki günlerde Dolmabahçe’deki bir derbi maçının fotoğrafları, yine aynı foto muhabirlerinin resimlerinden seçilecekti. Bir fotoğraf vardı ki, iki futbolcunun karşılıklı ele-ele tutuşup havaya sıçradıkları bir enstantane idi. Bu fotoğrafı Atılay çekmişti. Fotoğrafın hakkını tam sayfa verirken, ben de ‘’Dolmabahçe’de dans’’ başlığını attım. Yanılmıyorsam bu fotoğraf ödül almıştı.’’

Çalınan maç filmler

Halen Hürriyet Gazetesinin spor servisinde başarılı çalışmalara imza atan İsmail Er, Atılay Kayaoğlu’nu çok yakından tanıyan bir meslektaşı idi. Onun da elbet anlatacakları vardı:

‘’İşine aşık, bildiği doğrulardan şaşmayan, verilen işi en iyi şekilde yapmayı ilke edinen, idol bir isimdi Atılay ağabey. Özel yaşamında yaşadıkları romanlara konu olacak şekilde idi. Atılay ağabeyin meslek ilkesi, otorite, merhamet, sevgi, aşk, nefret ve iş bağımlılığı ile özdeşleşmişti. Gündüz Kılıç, Eşfak Aykaç, Rıdvan Yelekçi gibi efsaneler için de, önemli bir objektifti. Foto muhabirleri arasındaki dayanışmada hep ön planda idi. Kimseden fotoğraf almaz, kimseye de fotoğraflarını vermezdi. O dönemlerde filmler, maç devam ederken saha içinden tribüne yollanır, oradan da araç ile gazeteye gönderilirdi. Birkaç kez maçın devre arasında yolladığı filmler, simsiyah çıkmıştı. İçi içini yiyor, gazetede köpürüyordu. Aradan iki hafta geçti. Nihayet bir foto muhabiri arkadaşının kendi makinasını açarak yaktığı filmleri, Atılay Kayaoğlu’na aitmiş gibi zarflara yerleştirdiğini, Atılay’ın filmlerine de el koyduğunu yakalamıştı. Gerisine şahitim ama, anlatamıyorum. Bilen, bilir. O, birçok fotoğrafı ile ülke futboluna damgasını vurmuştu. Yunanistan ile Türkiye arasında Kardak Adası krizinde ilk adaya çıkan isimdi Atılay. Türkiye’de gündemi değiştirmişti. 38 yıl Hürriyet ailesinin içinde bulundu. Ama gazetecilik sevgisi uğruna, ailesini de ihmal etmişti. Dolu dolu Hürriyet’te 38 yıl geçirdi. Hürriyet’te aşık olduğu çok sevdiği 3’üncü eşi Oya’sını elim bir otomobil kazasında kaybedince, perişan oldu. Son 7 yılını geçirmek üzere Bodrum’a yerleşti. Ama yaşamı boyunca son yıllarını mutlu geçirmeye çalışırken, kanser hastalığına yakalandı. Tıpkı Mahir Çerçi gibi işine aşık bir şekilde hakka yürüdü. Atılay Kayaoğlu hakkında o kadar anlatılacak olaylar var ki, belki fırsat bulur bunları yazarım. Mekanı cennet olsun’’..

Gazeteci Oğuz Tongsir de, Atılay Kayaoğlu’nun çok yakın arkadaşı olarak biliniyor. 45 gün İtalya’daki Dünya Kupasını birlikte izlediklerini, Uludağ’da Türkiye Spor Yazarları Derneğinin Tesislerinde tatil yaptıklarını, ailece de görüştüklerini belirten Tongsir, Atılay’ın teknolojiye yatkınlığına şaşırdığını söylüyor. Son söz Oğuz Tongsir’de..

‘’İtalya’ya görevli giderken, Atılay’ın son anda kucağına ilk defa kullanılacak renkli tele-fotoyu koydular. Kimseden öğrenme fırsatı da yoktu. Zaten sormazdı da. Kupadan çekilen resimleri İstanbul’a tele-foto ile aktaracaktık. Atılay, bu makinenin sağını-solunu karıştırıp, nasıl çalıştığını çözmeye çalıştı. Otelden dışarı çıkmadı. Uğraştı durdu. Telefon açıp, İstanbul’daki teknisyenlere de asla sormadı. Nihayet başardı, makine tıkır-tıkır çalışıyordu. Resimler sorun olmadan İstanbul’a ulaştı. E… bu Atılay’dı. Kafasına koyduğunu başarır ve yapardı. Allah rahmet eylesin’’

Not: Hasretle anılan insan, özlemle aranan insandır.

Cemil Özyıldırım