O’nun ardından…
90’lı yılların başı olsa gerek. Sıcak bir yaz günüydü diye tahmin ediyorum. Çünkü o zamanki İnönü Stadı’nın olduğu yokuştan İTÜ Taşkışla, Sheraton Oteli’nin olduğu kavşağa doğru arabamla çıkarken benim bulunduğum sürücü camının açık olduğunu gayet net hatırlıyorum. Hoş o cam yaz, kış pek kapanmazdı ya neyse. İleride kavşakta kırmızı ışık yandığını görünce hiç acele etmeden yavaş yavaş ilerlemeye devam ettim. Her ne kadar gözlerimiz yolda da olsa mesleki alışkanlıktan dolayı etrafı kolaçan da ediyoruz haliyle. O yüzden hemen tanıdım önümde, ışıklarda bekleyen Opel Corsa’yı. Plaka da uyuşuyordu. Hemen sağına yanaşıp önümdeki arabanın sürücüsüyle yanyana gelecek şekilde kırmızıda durdum. Tabii ki oydu. Her zamanki gibi yakın çevresinin deyimiyle yine bir ‘afacanlık’ yapmıştı.. Camdan hafif kafamı çıkartıp, kornaya da küçük bir ‘dıt’ yaparak dikkatini çektim. Beni görünce şaşırdı.
– Hayırdır efendim nereye böyle” diye seslendim.
Yüzünde her zamanki muzip gülümsemesi ile döndü, vitesi tutan elini ağzına götürdü ve işaret parmağıyla ‘sus’ yaptı. Anladım tabii yine evden kaçmıştı… Elimle selam ve ardından geçmesi için yol verdim. Divan Oteli’nin oradan sağa dönüp yoluna gitti. Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakan Yardımcıydı… Ne bir koruma, ne bir eskort ordusu, ne bağırıp çağıran sirenler, tepe lambaları… Sessiz sedasız…
Yine bir gün, İstiklal Caddesi’nde Galatasaray Lisesi’ne doğru yürürken 50 metre öteden gördüm onu. Oldukça uzun boyluydu çünkü. Fark etmemek olmazdı doğal olarak. Caddenin sağından, yanında bir arkadaşı, sırtında pardesesü, elinde simidi konuşa konuşa bana doğru geliyordu. O kadar rahat, o kadar halkın içinden biriydi ki, kimsenin aklına Türkiye Cumhuriyeti’nin Dışişleri Bakanı, SHP’nin Genel Başkanı’nın simit yiyip yürüyerek yanlarından gelip geçtiği aklına bile gelmezdi…
Yolumu hiç değiştirmedim özellikle. Bir dakika sonra burun buruna geldik. “Sayın Genel Başkanım hayırdır” diyecek oldum. Lafı ağzıma tıkadı adeta. Gülen gözleriyle, “Yahu arkadaşımızla da mı gezemeyeceğiz. Sıkıldım” dedi. “İyi eğlenceler o zaman” diyerek ayrıldık. Yoluma devam ettim. O zamanlar için bu tür bir görüntü o kadar doğaldı ki bizim için yadırgamıyorduk bile. 50 metre ilerledikten sonra alı al moru mor bir şekilde Ömer’i görünce gülmeye başladım. Ömer onun korumasıydı. Belli ki Erdal Bey Maçka’daki köşkten yine gizlice kayıplara karışınca panik olmuş iz süre süre İstiklal’e kadar gelebilmişti. Beni görünce durdu. Hiç konuşmadan elimle işaret ettim. “Sinemaya gidiyorlar” dedim. Ömer bir rahatladı ki anlatamam. Sonradan öğrendim ki benden sonra onu bulmuş ama belli etmeden takibe devam etmiş. Fitaş sinemasına girdiklerini görünce gişeden hemen arkalarındaki bir sıraya bilet alıp oturmuş. O kadar çok korumalarını atlatıp kaçardı ki. Ömer de alışmıştı bu duruma. “Çıkmayacağım bu gece sen git hadi dinlen” diye kendisini gönderdiği zamanlar Ömer’in köşede gizlice evi gözetlediğini ve onu takip ettiğini bilirim.
Gerçekten komik ama aynı zamanda çok ciddi, bilgili, kültürlü, nazik, mütevazı yani kısacası eşi benzeri görülmemiş bir politikacıydı. Aslında politikacı denmesinden de pek hoşlanmazdı ya. Esprili, alçakgönüllü kişiliği ile tanınmış ve öyle de kanıksanmıştı. Sadece iki örnek ile anlatmaya çalıştığım gibi günlük yaşantısında halkın arasına karışmaktan hiç çekinmez, aksine inanılmaz mutlu olurdu. Mesela, Taksim Sıraselviler Caddesi’nin başındaki İl Merkezi’ne gittiğinde partililer kapıda karşılar, çantasını almaya kalkanlara acayip bir inatla direnir, tezahürat yapanlara mahçup mahçup, “Yapmayun yahu ne alakası var şimdi” diye sitemde bulunurdu. İl Merkezi’nin olduğu binanın giriş katı ANAP İl Merkezi’ydi. SHP ise en üst katta. Onu karşılayanlar yukarı çıkmak için asansör beklerken, o yaşından beklenmedik bir çeviklikle merdivenleri çifter çifter koşar adımlarla çıkar, aşağıdakiler gelene kadar onu il başkanın odasında oturmuş çayını içerken bulurduk.
Seçim gezileri de ayrı bir eğlenceydi aslında. Trakya’nın Anadolu’nun pek çok yerine parti otobüsüyle gidilir, vardığımız yerde izdihamla karşılaşırdık. Öyle ya koskoca İsmet Paşa’nın oğlu geliyordu. Tezahüratlar, alkış kıyamet derken omuzlara almaya kalkarlardı ve işte şenlik o zaman başlardı. Omuzlara alınmaktan, gösterişten hoşlanmaz, omuzlara alınmak istendiğinde “İnönü Yatışı” adı verilen bir hareketle boylu boyunca sırt üstü yere uzanarak buna engel olurdu. Bir ara bunun fiziki olarak açıklamasını bile yapmıştı gülerek. Öyle bir hal alıyordu ki vücudunu ve ellerini açtığı için o kadar insan onu kavrayıp bir türlü yukarıya kaldıramıyordu. Mesela sigaradan hiç hoşlanmazdı. Zaman zaman TBMM’ye yürüyerek ve korumasız ya da taksiyle giderdi. Ve bu durum o olduğu için yadırganmazdı.
Cebinde genellikle nakit para taşımazdı. Yine bir gün Taksim’de yürüyerek partililerle dolaşıp, vatandaşlarla sohbet ederken canı simit çekmiş, o sırada da bir Milli Piyangocu girmişti araya. Hem bileti hem de simiti aldı ama nakit yok tabi. Ceplerini karıştırdı. Cüzdanı çıkardı küçük bir çocuk boyu kadar katlanmış bir dünya kredi kartı vardı ama nakit yoktu. Hemen çare bulundu. İl Başkanı parayı ödedi. Ama borç hanesine yazarak tabii ki. O gün ilk iş o simidin ve piyango biletinin parası İl Başkanına geri verildi.
En büyük rakibi ANAP’ı siyaset sahnesinde yenmek için meydanlara çıktığında hazırlanan kampanya gereği limon bir metafor olarak kullanılmış, ve “Limon gibi sıkılmak” deyimi yerleşmişti dillere. Seçim otobüsünde bu kampanyaya göndermek üzere yolda bulduğum bir manavdan hemen bir limon alıp tekrar otobüse atlamış ve kestiğim yarım limon ile halka karşı sıkarak poz vermesini istemiştim. Ama yine de istemeye istemeye bu pozu verdi ricamızı kırmayarak. Bu tür siyasi şovları sevmezdi çünkü.
Bir o kadar da doğaldı. Bir nüfus sayımı günü evine gelen kadın sayımı memurunun sorularını yanıtlıyordu. Haliyle biz de takip ediyorduk. Sayım memurunun, “kapı numaranız kaç” sorusuna cevap veremedi. Düşündü, sıkıldı. Sayım memuru da ne yapsın çaresizce “sorun değil efendim çıkarken ben bakar yazarım” dedi. Bu onu ikna eder mi. “Dur ya hu ben de merak ettim şimdi” diyerek masadan kalktı evin dışına çıktı ve merakını giderdi. Biz bu duruma haliyle çok güldük ama sayım memuru kadının yüzündeki şaşkınlık şu an bile gözümün önünde.
Erdal bey yani Erdal İnönü ile ilk tanışıklığımız 1983 yılına dayanıyor. O yıl, 12 Eylül Darbesi’nin ardından siyasi faaliyetler serbest bırakılınca bütün öğretim ve yöneticilik görevlerinden ayrılmış ve aynı yıl haziran ayında SODEP’in kurucu üyeleri arasında yer almıştı. Parti kuruluşunda başlarında Erdal Bey’i mutlaka görmek isteyenler onun tüm karşı ısrarlarına rağmen evinin yolunu aşındırmaya ve ikna etmeye çalışıyorlar, biz de gazeteciler olarak vereceği kararı merakla takip ediyorduk. İlk zamanlar politikaya girmeyi hiç istemedi. Ama zamanın şartları ve ülkenin durumunu gözönüne alınca bunun kaçınılmaz bir görev olduğuna ikna oldu ve sonunda ‘evet’ dedi. 1995’te aktif siyasetten çekilinceye kadar da bu böyle sürdü gitti. Ama siyasetin iki yüzlülüğü ona göre değildi ve bu ülke için gerçekten çok fazlaydı. Acı ama gerçek bugün bile böyle.
Siyasetteki ilk günlerinde 12 Eylül ürünü Güvenlik Konseyi’nin vetosuyla karşılaştı. Buna karşın üç dönem İzmir milletvekili seçildi. Önce SODEP sonra SNP’nin genel başkanlığını yaptı. CHP’nin Onursal Genel Başkanı seçildi. Başbakanlık, Başbakan Yardımcılığı ve Dışişleri Bakanlığı görevlerinde bulundu. Ama onun için bilim her zaman ilk sırada gelirdi. Dünyanın sayılı fizikçileri arasındaydı. Boş zamanlarında takıntılı bir biçimde çok bilinmeyenli fizik dönklemlerini çözmeye bayılırdı. İnanılmaz derece mütevazıydı ve bir o kadar da hazır cevaptı.
Mesela partisinin önde gelenleriyle gittiği bir restoranda, “Bir şey almak ister misiniz,efendim”diye soran garsona, “Teşekkürler biz birbirimizi yiyeceğiz”diye cevap vermiş ve herkesi yerlere sererek ortamdaki siyasi gergin havayı bir anda dağıtmışlığı, daha ilk yıllarında “siyasete niye girdiniz” diye soran bir meslektaşımıza, “Ülkemi benden daha kötüleri yönetmesin diye!” cevabını yapıştırmışlığı, sinema merakını bilen birinin, “Sayın İnönü, sizi bu sıralar sinema salonlarında göremiyoruz pek?”şeklindeki sorusuna, “Tabi sinema salonları karanlık oluyor” diye ince ve hazır cevap vermişliği gibi örnekler öyle çoktur ki. Ama bunlardan en meşhuru, Bir gün evinde kitap okurken içeriden Sevinç İnönü’nün,“İmdat Erdal çabuk koş mutfakta fare var”diye bağırmasına uzun süre hiç aldırış etmemiş, niye böyle yaptığını soran Sevinç hanıma da,“Ya hu ben kedi miyim niye beni çağırıyorsun” diye verdiği cevap tüm bunların arasında efsanedir.
Bütün bunlara rağmen her iki parti de İsmail Cem’e karşı bir kez, Deniz Baykal’a karşı da 3 kez kurultaydan başarı ile çıkmış, mücadeleden ve parti içi demokrasiden asla yüksünmeyen biriydi. Ta ki 2001’de CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın uygulamalarına isyan edip partiden istifa edene kadar çevresine yakın kaldı. Ama hizipçilik ve siyaset onu çok yordu, bıktırdı, bitirdi…
Yukarıda yayınlanan fotoğrafların bende olduğunu biliyordu. Yassıada’da da yargılanan DP milletvekili ve gazeteci Mithat Perin’e ait olan bu arşiv bizzat sahibi tarafından bana hediye edilmiş ve ben de bunlardan Erdal Bey’e bahsetmiştim. İnanılmaz heyecanlanmış ve bu fotoğrafları kendisine vereceğime söz vermiştim. Hatta İsmet Paşa ile babamın fotoğrafının yanına asılmak üzere benzer bir poz da biz ‘oğullar’ olarak verecektik. Kısmet olmadı. Geriye daha yazamadığım bir çok güzel anı kaldı.
İşte böyle… Bu dünyadan İskandinav ülkelerinde bile benzeri olmayan mütevazı bir halk adamı olan Erdal İnönü geçti… Geriye bir tatlı tebessüm, bir çok bilimsel başarı, ödül ve bilimsel eserler bıraktı. Ne mutlu onun gibi birini tanıdığıma. Eğer, bu yazıyı bir yerlerden görüp okuyorsa eminim yüzüne yine o muzip gülüşü konmuştur. Bugün onun ölüm yıldönümü… Onsuz geçen 10 koca yıl… Işıklar içinde, huzurla uyu Paşa’nın oğlu…
A.R / 31 Ekim’17 – İstanbul