“Behiç Kılıç’ın dediği gibi; ‘kibarca!’ gözaltına alındım..”

Bahri Kayaoğlu Vadi 2

Onlarca gazetecilik ödülü olan ünlü gazeteci Bahri Kayaoğlu çok ilginç, aslında Türkiye’nin bir dönemine ışık tutacak bir anısını yazdı.

Hızla yaptığı haberlerin “arka planını” anlatan kitaba hazırlık yapan ünlü gazeteci Bahri Kayaoğlu’nun sosyal medya hesabından da paylaştığı anısı şöyle:

Behiç Kılıç’ın dediği gibi; ‘kibarca!’ gözaltına alındım…

Bir süre önce ‘Devletin PKK İle Pazarlığı’ başlığı ile buradan paylaştığım konunun devamıdır bu yazı…

Batman Petrolleri A. O. da mühendis olarak görevli Erkin Erbay ile PKK’nın üst düzey sorumlularından Botan kod adlı Nizamettin Taş’ın, yaptığı pazarlık haberini gazeteye getirdiğimden yaklaşık üç ay sonraydı sanırım.
Gazetenin Özel Haber Servisi bölümünde oturuyorum. Servis şefimiz Sevil Gülben, “Bahri, Behiç abi seni çağırıyor” dedi.
Gittim.
Haber müdürümüz rahmetli Behiç Kılıç, o meşhur ‘hayatım’ hitabı ile başlıyor konuşmaya…
“Sana karşı mahcubum, getirdiğin haber çok ses getirirdi ama biliyorsun nedenlerini, yayınlayamadık.” Yüzünde samimi bir üzüntü ifadesi görüyorum…
Devam ediyor;
“Şırnak’a tekrar gitsene. Şu pazarlık konusu olan yerde bir çalışma var mı bilelim” diyor.
“Tamam, giderim” diyorum.
***
Gerekli hazırlıklarımı yaptım, ertesi gün ilk uçakla Diyarbakır’a oradan bir araç kiralayarak Cizre’ye gittim. Bölgeye gelen tüm gazetecilerin, ‘ikinci adresimiz’ dediği Kadoğlu Otele yerleştim. Otelin, kardeş olan sahipleri ve personeli artık birer akrabamız gibiydi. Yıllardır gide-gele o derece samimiyet kurulmuştu aramızda. Erkin Erbay’ın, bölgeye gitmediğim o üç ay içinde birkaç defa daha geldiğini ama son bir aydır gelmediğini öğrendim.
Ertesi gün öğlene doğru ayrıldım otelden. Erkin’in pazarlık sırasında Nizamettin Taş’a anlattığı, çalışmanın yapılacağı bölgeyi biliyordum. Oraya doğru yola çıktım. Cizre’den Şırnak’a giderken sağ taraf Cudi dağıdır. Dicle nehri ve Kızılsu, birer yılan gibi kıvrılarak yolun bir bölümünde size eşlik ederler. Kasrik boğazını geçince sol taraftan Kızılsu beldesine ve köylere yol ayrılır. Gideceğim yer bu bölgede Gündoğmuş köyü yakınlarıdır. Anayoldan ayrılıp toprak yoldan oraya doğru yavaş yavaş gidiyorum. Dağlık ve bomboş bir arazidir…
***
Bir süre sonra arkamdan beyaz bir arabanın geldiğini görüyorum. Tozu dumana katarak hızla gelişi dikkatimi çekiyor. Acelesi var diye düşünüyorum. Yana çekilip geçmesi için yolda uygun bir yer arıyorum. Yavaşladığım da arkama kadar gelen araçtan selektör yapılarak, şoförün kolunu dışarı çıkararak, durmamı istediğini dikiz aynamdan görüyorum.
Duruyorum. Elimle ‘geç’ işareti yapıyorum.
Geçmiyor…
Önce cızırtılı bir ses duyuyorum. Sonra arkamdaki araçtan yapılan anons olduğunu fark ediyorum.
– Arabada ki istop et, çık dışarı!
Durmadan tekrarlanıyor cızırtılı ses…
– Çık dışarı… Çık dışarı…
Beyaz bir Reno marka araba arkamda duran. İçindekileri göremiyorum.
O dönemde polis muhabirliği yapan arkadaşlar, ‘beyaz Reno’ arabasını iyi bilir. Emniyet ve istihbarat güçlerinin sıkça kullandığı meşhur araçtır.
Kontağı kapatıp dışarı çıkıyorum. Aklımda bin bir soru…
– Bu tarafa bakma! Yüzükoyun yere yat! Ellerini arkana koy!
Tekrarlanıyor durmadan anons…
Kalın ve cızırtılı ses kulaklarımdan giren bir kurşun gibi beynimde zonkluyor.
– Bu tarafa bakma! Yüzükoyun yere yat! Ellerini arkana koy!
Dediklerini yapıyorum.
Adamların arabadan inip yanıma doğru geldiğini duyuyorum. Bir ayağın sırtıma basması ile toprağa dönük yüzümün kalın bir bez ile kapatılması aynı anda oluyor. Yana düşen kollarım arkaya alınıp bileklerimden kelepçeleniyorum.
– Kimsiniz? diye bağırıyorum şuursuzca…
Dertop edilme işlemim tamamlanınca, güçlü ayağı hala sırtımın ortasında duran adam soruyor.
– Adın ne?
– Bahri Kayaoğlu
– Ne iş yapıyorsun?
– Gazeteciyim…
– Ne arıyorsun burada?
– Bir haberi araştırıyorum…
– Tamam, diyor yanındakilere duyulur duyulmaz bir sesle.
Kaldırılıp arkadaki arabaya götürülüyorum. Arka koltuğa alınıp sağıma ve soluma birer kişi oturuyor. Anayola doğru dönüş yapıyor araç. Peş peşe sıraladığım sorularımın hiç birine yanıt alamıyorum. Kendi aralarında bile konuşmuyorlar. Aracın boğuk motor sesi ve tekerleklerin taşlı topraklı yolda çıkardığı gürültü dışında tek bir ses yok.
Ellerim arkadan kelepçeli, gözlerim bağlı, zifiri karanlık içindeyim. Cevap alamadığım sorularıma son veriyorum. Duygularımı kontrol altına almaya çalışıp bazı sorulara kendim cevap bulmaya çalışıyorum.
Beni gözaltına alanlar kim?
PKK’lılar mı?
Onların yöntemi değil bu durum, siliyorum hemen o düşüncemi.
Emniyet ya da istihbarat güçleri mi?
Hangisi?
Neden?
Gazetecilik dışında bir faaliyetim yok. Aklıma gelen bütün ‘nedenleri’ tek tek sıralayıp sonra bu olmaz, bu olmaz, bu olmaz diye diye bir bir eliyorum.
Bilincimi sağlam tutmaya çalışıyorum.
Sakin ol Bahri, diyorum kendi kendime. Sakin ol… Sakin ol… Sakin ol…
Peki, nereye götürülüyorum?
Varsayımlar aklımdan yıldırım hızı ile geçiyor. Bölgeyi gözüm kapalıda olsa çok iyi biliyorum. Toprak yoldan anayola varınca eğer araç sağa dönerse, Cizre’ye gidiyoruz, sola dönerse Şırnak’a gidiyoruz demektir. Tüm dikkatimi şimdi bu yön ayrıntısına vermeye karar veriyorum. Bir süre sonra aracın yavaşlayan hızından ve dışarıdan gelen başka araç seslerinden anayola geldiğimizi anlıyorum. Kısa bir duraklamadan sonra arabamızın hafif bir kavisle sola döndüğünü hissediyorum.
Şırnak’a gidiyoruz…
Cizre Şırnak karayolunu bilenler, bilir. Şırnak’ın girişinde anayol tekrar ikiye ayrılır. Sağa giden yol, merkez içinden geçerek Uludere üzerinden Hakkâri’ye varır. Sola dönen yol, Eruh üzerinden Siirt, Batman, Diyarbakır ve diğer illere kadar ulaşır.
İçinde bulunduğum araç Şırnak yönüne doğru anayola koyulunca artık tek düşüncem olan ‘nereye götürülüyorum’ a pür dikkat kesiliyorum. Amacım Şırnak’ın girişinde sağa mı yoksa sola mı döneceğimizi bulmak.
Ulan, ellerin kelepçeli, gözlerin bağlı gözaltına alınmışsın. ‘Nereye götürüleceğin artık ne fark eder’ düşüncesi, aklıma bile gelmiyor…
***
Bir süre sonra şehrin yoğun gürültüsü kulaklarıma iyice doluyor. Aracımızın Şırnak’ın girişindeki yol ayrımına geldiğini yavaşlamasından da anlıyorum. Kırmızı ışık yanmış olmalı, araç duruyor. Saniyeler sonra tekrar hareket ettiğinde keskin bir dönüşle sola doğru koyulduğunu anlıyorum.
Artık eminim, Şırnak merkeze veya Uludere ya da Hakkâri tarafına gitmiyoruz.
Önümüzde Eruh, Siirt, Batman, Diyarbakır ve diğer iller var.
O dönemde sıkça yaşanan faili meçhul cinayetlerin bölgeleri…
‘Boku yedin Bahri’ diyorum kendi kendime. ‘Seni gözaltına alan bunlar her kimse, ıssız dağ başında kafana kurşun sıkıp atacaklar bir kovuğa’… Düşünceyi anında atmak istiyorum aklımdan ama gitmiyor…
‘İpucu’ bulurum düşüncesi ile başlıyorum yine konuşmaya.
– Arkadaşlar kimsiniz?
– Beni niye aldınız?
– Öldürmeye götürüyorsanız eğer, bari sebebini bileyim…
Çıt yok… Her iki yanımda oturan adamların vücut ısılarını hissetmezsem vücudumda derim ki; kimse yok, şoförsüz bir şekilde gidiyor bu araba…
Moral bozucu gürültülü bir sessizlik içinde yol alıyoruz… Beynim allak bullak. Cevabını bulamadığım binlerce soru gelip geçiyor içinden. Artık yön tayinini de yapamıyorum. Bazen yoğun araç gürültülerinden ya da cami minarelerinden okunan ezan seslerinden, bazı yerleşim alanlarından geçtiğimizi anlıyorum. Beni gözaltına aldıklarından sonra kaç saat geçti, bilmiyorum. Bu arada yanımdakiler kendi aralarında bazen konuşuyorlar. Havadan sudan şeyler… Benim ile ilgili tek kelime yok. Sanki hiç orada değilmişim gibi davranıyorlar. Gittikçe kısıklaşan sesimle ara ara yönlendirdiğim sorularıma aldırış eden yok. Araba içindeki bir sinekten farksızım. Dik tutmaya çalıştığım kuyruğum yavaş yavaş iniyor. Psikolojim çökmek üzere. Telkinlerde bulunuyorum kendi kendime.
– Sakin ol Bahri… Sakin ol… Sakin ol… Sakin ol…
***
Uzun bir süre sonra trafik gürültüsünün, araç kornalarının iyice yoğunlaştığı bir yerleşim merkezine geliyoruz. Bazen durarak bazen yavaşlayarak ışıklı kavşaklardan geçtiğimizi ayırt edebiliyorum. Sonra bir yerde duruyoruz. Şoförümüz iki kez üst üste kornaya basıyor. Raylı demir bir kapının yavaş yavaş hışırdayarak açıldığını duyuyorum. Binanın bahçesi veya parkı yerine giren aracımız duruyor. İnenlerden ikisi kollarıma girerek bir kapıdan içeri sokuyorlar. Binanın altına doğru inen bir merdivenin başında adamlardan biri kolumdan çıkıyor. Dar bir merdiven olmalı. Diğer adamın güçlü kolları arasında birinci merdiven bittikten sonra üç dört adım yürüyüp ikinci merdivenden inmeye başlıyoruz. O an, bilinçaltıma yerleşen bir duygu ile daha kaç merdiven ineceğimizi hesap etmek geliyor aklıma. Bana ne faydası olacaksa artık… Merdiven inmeler, üç dört adım yürüyüp tekrar inmeler üç kez tekrarlanıyor. Bir koridordan yürütülüp sonra durduruluyorum. Dışarıdan sürgülü demir bir kapının açılışını bekliyoruz. İçeri alıyorlar beni. Kolumdaki adam beni hafifçe iterek geri dönüp gidiyor. Demir kapının kapanırken çıkardığı metal ses ürkütüyor beni…
Kımıldayamıyorum yerimden…
Gözlerim bağlı, zifiri karanlık içindeyim…
Ellerim arkadan kelepçeli, bir yere dokunamıyorum…
Yorgunum, ayakta duracak halim yok…
Olduğum yerde çöküyorum dizlerimin üstüne. Sonra yana kaykılıp uzanıyorum boylu boyunca. Altımdaki betonun soğukluğunu yavaş yavaş hissediyorum. Seri titremeler başlıyor. Bir sağa bir sola, bazen sırtüstü bazen yüzükoyun çevirip duruyorum vücudumu…
Aklımda binlerce cevapsız soru…
Bu anlarda en öne çıkanda; neredeyim ben?
***
Ne kadar zaman geçti bilmiyorum.
Dışarıdan sürgü çekiliyor ve sinir bozucu bir gıcırtı ile açılıyor kapı.
O anda duyuyorum kurtarıcımın (!) sesini…
– Vah vahh vahhh şunun haline bakın!
_ Ne yaptı bu i…..ler sana böyle!
Önce uzanıp gözlerimdeki bağı çözüyor. Sonra bileklerimdeki kelepçeyi açıyor anahtarla. Beyaz parlak ışığa alışamıyor gözlerim, kamaşıyor. Elimi siper ediyorum yüzüme. Adama şaşkınlık içinde bakıyorum. Orta boylu, tombulca, şişkince yanaklı, uzun kulaklı, sıfır numara makineyle saçları kesilmiş biri… Tutup ellerimden kaldırıyor beni. Duvarın dibine boydan boya tahtadan yapılmış oturmalık bir yer var, oturtuyor beni üstüne… Işığa alışan gözlerimi oda içinde gezdiriyorum. Daracık bir oda. Rengi artık belirsizliğini yitirmiş kirli duvarlar. Paslı, kalın demirli kapı neredeyse bir duvarı kaplamış durumda. Tavanın tamamı rutubetten koyu sarı siyah lekeler içinde. Taban yamrı yumru beton…
– Adın ne senin? Niye getirdi bunlar seni?
Adımı söylüyorum, “Bilmiyorum” diyorum…
Başlıyor beni getirenlere ana avrat küfretmeye… Merhametleri olmadığını, insanlıktan nasip almadıklarını, zebani olduklarını, insanlara bu yaptıkları yüzünden inşallah cehennemde yanacaklarını sıralayıp duruyor…
-Daha önce kaç masumun kanına girdi bunlar bilemezsin, diyor.
Sayıyor da sayıyor…
– Bak, diyor. “Bunlar sabaha kadar artık gelmez, Gece burada yalnız ben varım. Senin gibi böyle birilerini getirdiklerinde acıyıp gizlice yardım ediyorum. Duysalar canıma ot tıkarlar. Eee ama bende insanım. Onlar gibi duygusuz domuz değilim. ”
Aklına birden gelmiş gibi; “Hay Allah, diyor. “Sen şimdi açsındır. Ben bir şeyler getireyim, dur sen.”
Çıkıyor odadan, kapı sürgüsü dışarıdan çekiliyor yine…
***
Şoktayım… Dilim damağım kurumuş… Sabah erkenden otelde yaptığım kahvaltıdan sonra bir yudum su değmemiş dudağıma, bir lokma geçmemiş boğazımdan, yeni fark ediyorum. Böyle titremem üşümekten değil, belki ondan…
Bilincimi toparlamaya çalışıyorum…
Kim bu adamlar?
***
Biraz sonra dönüyor.
Yuvarlak tahta tepsi içinde ekmek, zeytin, peynir ve büyük bardak çay var. Birde kavanoz dolusu su getirmiş, bırakıyor önüme… “Haydi, ye. Kim bilir ne zamandır bir şey yemedin, haydi ye…”
Su dolu plastik kavanozu dikiyorum başıma. Getirilen yiyecekleri kırıntılarına kadar bitiriyorum. İçimin ısındığını hissediyorum. Zangır zangır titremem biraz hafifliyor.
Adamım soru üstüne soru soruyor. Arada bir, beni getirenlere ana avrat yine düz gidiyor…
Saati soruyorum, gece yarısı olmak üzere.
Burası neresi, diye soruyorum.
“Bak, sakın burayla ilgili bana bir şey sorma, bilgi veremem”, diyor.
Beni neden getirdiler peki, diyorum.
Onu da bilmiyormuş…
Devam ediyor…
“Şimdi sabah bunlar gelecek. Muhtemelen seni sorguya alacaklar. Sakın ha! Bu gece yanına geldiğimi, kelepçeni açtığımı, gözbağını çözdüğümü, hele hele yemek falan verdiğimi söyleme. Bitirirler vallahi beni. Sana da bir daha yardım eden kimse olmaz geceleri. Yeni geldin kim bilir aylarca belki kalırsın burada…”
Akıl vermeye devam ediyor.
“Şimdi bu Allahsızlar yarın seni götürdüklerinde ne sorarlarsa bildiklerini doğrusuna doğru anlat. Gizlediğin bir şeyden şüphe duyarlarsa ezer yamulturlar seni. Dini imanı yok bu gâvurların. Maazallah sorguda seni şu yandaki işkence odalarına alırlarsa ananın ağlayacağı zamandır. Sen iyisi mi ne soruyorlarsa güzelce cevaplarını ver. Belki ikna olur tez bırakırlar seni…”
Ne soracaklar bana?
Gizleyecek neyim var ki benim?
Azılı bir katil değilim ki cinayetlerimin ayrıntılarını, suç aletlerimi sakladığım yerleri itiraf edeyim.
Gazeteciyim ben. Merak ettikleri ne varsa biliyorsam söylerim tabi.
Adam bundan pek emin değil. Nasihat ve öğütlerinin biri bitiyor diğeri başlıyor.
Meğer beni ne kadar çok düşünürmüş!
Kurtarıcı Meleğim koyuyorum adını!
Anlattıklarına inanmış görünüp saflığa yatıyorum.
Gazeteci olduğumu biliyor da yıllarca polis muhabirliği yaptığımı bilmiyor tabi.
***
Aklıma uzun yıllar öncesi geliyor.
1981 yılının başı. Tercüman’ın kardeş gazetesi Bulvar’da muhabirliğe yeni başlamışım. İlk görev yerim Sirkeci’de bulunan Sansaryan Han içindeki İstanbul Emniyet Müdürlüğü… İkinci katta basın büromuz var. Bütün gazetelerin polis muhabirleri gün boyu burada durur, asayiş ile ilgili haberleri buradan takip ederler. Kimler yok ki… Fehim Yener, Ali Öncü, İrfan Ülkü, Abdullah Yabuloğlu, Ahmet Vardar, Savaş Ay, Ahmet Akpak, İrfan Ülkü, Servet Kabaklı, Kasım Gence, Celal Korkut, Metin Yener, Osman Arkangil, İbrahim Köktener, Tayfun Hopalı, Baki Avcı, Murat Demirel, Alaattin Demirtaş ve adını sayamadığım daha birçok ünlü gazeteci. Bazıları vefat etti, Allah rahmet eylesin… Sansaryan Hanın girişi, şubelerin bulunduğu katlardan bakılınca görülen büyük bir avluya açılırdı. Girişin tam karşı duvarında kocaman harflerle, “Burada Allah yok, peygamber izinde” yazısı varmış bir süre önce. Şükrü Balcı İstanbul Emniyet Müdürü olunca, kaldırtmış bu yazıyı. Bazen, basın bürosunda otururken ya da şubeleri dolaşırken, canhıraş feryatlar, sesler duyardık… En çok da terörle mücadeleden sorumlu 1. Şubeden gelirdi sesler… Sorgulanan kişiler bilmezdi ama bu işkence gören insan seslerinin çoğu, zanlılara dinletilen efektlerdi. Muzip bir gazeteci arkadaşımız, sesler duyulmaya başlayınca ‘senfoni başladı yine’ derdi hep, gülerdik… O kadar çok insan hikâyeleri duyardık ki zamanla alıştık bu duruma. Her suçlunun kötü polisi yanında birde iyi polisi vardı. Bunu çok iyi biliyorduk…
***
İşte şimdi bende tam bu durumdaydım. Beni gözaltına alan şahısları saymazsam, daha kötü polisim ile tanışmadan iyi polisimle tanışmıştım bile.
Haydi, hayırlısı bakalım…
Sabaha kadar durmadan konuşuyor iyilik meleğim!
Beni sorgulayacak olanların, insanlıktan nasibini almamış zalimler olduğunu artık biliyorum!
Lakapları da var bunların…
Kemik Kıran mesela: Allah eline düşürmesin! Beysbol sopası ile döve döve, parmak kemiklerinden tut ayak parmaklarına kadar vücudunda kırmadık bir kemik bırakmazdı!
İmzacı: İnsanları çırılçıplak soyar, sarma sigarasının ateşi ile vücudunun her yerine imzasını atardı!
Elektrikçi: En acımasızı da bu… Parmak uçlarına elektrik yüklü kabloyu bağlar, sen çığlıklar atarken o çayını yudumlardı! En zevk aldığı uygulama ise hayâlara elektrik verdiği zamandı! O… çocuğu sanki orgazm oluyordu!
Tabi iyileri de vardı bir iki tane…
Örneğin, Yufka Yürek: Çok kibar adam! İnsana fiske vurmaz! Sorularına doğru mu yalan mı cevap verildiğini iyi bilir ama! İnşallah sorguma o girer!
Kurtarıcı meleğim daha birçok lakap sayıyor meziyetleri ile birlikte…
– Artık sabah oldu, diyor, gitmeye hazırlanırken. “Gözlerini tekrar bağlamak, kelepçeyi vurmak zorundayım kusura bakma…”
– Tamam, sorun yok, diyorum.
Gece yanıma gelip su, yemek, çay, verdiğini kimseye söylemememi özelikle tembihliyor. “Dediklerimi sakın unutma!” diye de ekliyor.
Ellerimi arkaya alıp bileklerimi kelepçeliyor, gözlerimi bağlıyor.
Tekrar zifiri karanlık içinde kalıyorum.
Paslı demir kapıyı çarparak kapadığını, dışarıdan sürgülediğini duyuyorum.
***
Bitkinim…
Biraz uyumak için, tahta ranzanın üstüne uzanıyorum. Beton ve rutubetin soğukluğu kemiklerime işliyor. Uyumanın imkânı yok. Doğrulup oturduğum sırada duyuyorum sesi… Canhıraş feryat eden bir erkek. Duvara kulaklarımı dayıyorum. Yanımdaki odadan geliyor ses. Tekme, tokat seslerini bayağı duyuyorum. “Vurmayın, vurmayın” diye çığlık attıkça adam, küfürlü başka sesleri, pata küte sesler bastırıyor. “Askıya alın şu ibneyi“ diyor biri, “itiraf etmedikçe buradan çıkmayacak bu. Kemiklerini tek tek kıracağım pezevengin…”
Kurtarıcı meleğimin dediği Kemik Kıran bu olmalı…
Üzülüyorum adama…
Sonra dank ediyor kafama. Sansaryan Handaki 1. Şubeden gelen efekt işkence sesleri geliyor aklıma. Benimde psikolojik işkencem başladı demek…
Gittikçe yükselen çığlık ve küfür seslerini duymamak için kulaklarımı çekiyorum duvardan ama nafile. Odamın içinden geliyor sesler sanki…
Moralimi yüksek tutmaya çalışıyorum. Telkinlerde bulunuyorum kendime yine…
Sakin ol Bahri… Sakin ol… Sakin ol… Sakin ol…
Bu sesler gerçek işkence sesi değil, sakin ol…
Sadece ‘senfoni başladı’, sakin ol…
Muzip gazeteci arkadaşımı hatırlayıp, gülümsüyorum…
***
Çok uzun süre geçmiyor. Sürgüsü çekilip odamın kapısı açılıyor. Ayak sesini duyduğum biri başıma gelip dikiliyor. “Ötmeye hazır mısın?” diyor kalın ses. Sol koluma yapışan güçlü eliyle kaldırıp götürüyor beni.
Koridordan geçip bir merdiven çıkınca tekrar bir koridordan yürüyoruz. Götürdükleri odada iki ya da üç kişi daha var. Konuşmalarından sayıyı bulmaya çalışıyorum.
– Bu mu? diyor, biri…
– Evet, diyor, hala kolumdan tutan.
– Elimize düştün nihayet, diyor ince sesli bir diğeri. Sinkaflı bir küfür savuruyor.
Kuru bir sandalyeye oturtuluyorum…
– Neredeyim ben? Siz kim siniz? Diyorum.
Aniden suratımda patlayan bir tokatla sandalyeden yere yuvarlanıyorum…
– Burada soruları biz sorarız lan, diyor bana vuran. Bir eli ile saçlarımdan tutmuş, bir ayağını sol böğrümün üstüne koymuş bastırıyor. Kaburga kemiklerimin kırılması an meselesi… Sonra kaldırıp tekrar sandalyeye oturtuyor beni. Dudaklarımın üstünden çeneme doğru ılık bir sıvının aktığını hissediyorum. Tokattın şiddeti ile burnum kanamış olmalı…
Sorgum başlıyor…
– Bak evladım, diyor, gelip elini omuzuma koyan biri. “Kendine yazık etme, bizi de uğraştırma. Şimdi soracaklarımıza doğu doğru cevaplar ver.”
Kibar, beyefendi birine benziyor. ‘Yufka Yürek’ olmalı bu.
– Sorun, diyorum. Ne biliyorsam söylerim…
– Arkadaşların seni aldığı yerde ne arıyordun?
– Gazeteciyim ben. Bir haber araştırması yapıyordum.
– Ne haberi?
– Bundan birkaç ay önce…” diye başlayıp anlatıyorum Erkin Erbay ile PKK’lıların pazarlık olayını.
“Şimdi işte o pazarlık konusu olan yerde bir çalışma var mı, Erkin’i yeniden görebilir miyim diye araştırmaya geldim”, diyorum.
– Bölgeye ne zamandan beri geliyorsun?
– Dört beş yıldır sürekli geliyorum…
– Ne haberler yaptın, baştan itibaren anlat…
1987 yılına gidiyorum. Günaydın gazetesinde muhabirim o sıralar. Bölgede terör yeni yeni tırmanıyor. Diyarbakır’da bazı yerel yöneticiler ile röportajlar yapıp dönüyorum. İlk onu anlatıyorum. Sonra diğer gelişlerimde yaptığım haberleri sıralıyorum. 1989’da Bugün gazetesindeyim. Bölgeye daha çok sık geliyorum. PKK’nın taban bulup güç kazanmaya başladığı dönemdir. Yaptığım haberlerden aklıma gelenleri tek tek anlatıyorum. 1990 yılında Meydan gazetesi kuruluyor. Genel Yayın Yönetmenimiz Rahmi Turan ile birlikte ekip olarak oraya geçiyoruz. PKK terörü gittikçe tırmandırmıştır. Ağustos 1990’da Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesiyle Körfez savaşı başlamıştır. Daha sık gönderiliyorum bölgeye. Gazetede yayımlanan haberleri de tek tek anlatıyorum…
– Kuzey Irak’a hiç gittin mi?
Soran ince sesli bu defa…
– Gittim…
– Ne yaptın orada?
– Körfez savaşının etkilerini araştırdım… Talabani ile röportaj yaptım… Barzani ile röportaj yaptım… PKK kamplarına gittim, esir askerlerimiz vardı onlarla görüştüm. Osman Öcalan’la röportaj yaptım… Bu haberlerin hepsi gazetemde yayınlandı…
Aklıma gelen başlıklarını bile söylüyorum…
– Şu son haber ne oldu peki?
Önce anlamıyorum hangi haberi kastettiğini.
– Hangisi? diyorum.
– Hani şu Erkin mi pazarlık mı ne?
– Ha o mu? Yayınlamadık onu…
– Neden?
– Öyle bir haberin ülkemize zarar vereceğini düşündük…
Kısa bir sessizlik oluyor. Sonra, ‘ötmeye hazır mısın’ deyip beni buraya getiren kalın, boğuk ses giriyor devreye. Ailemle ilgili bir soru soruyor.
– Evliyim, diyorum. Üç kızım var, isimleri Fidan, Filiz, Funda…
Havadan sudan birçok soru daha soruluyor peş peşe. Birinin cevabı bitmeden bir diğeri başka soru soruyor. Uzunca bir süre böyle geçiyor… Sonra tekrar gazeteciliğime dönülüyor.
– Yaptığın haberleri bir daha anlat…
Hoppala! Tekrar başa dönüyorum. Başlıyorum tek tek anlatmaya…
Dilim damağım kurumuş. Ağzımda tükürük namına bir zerre yok. Su istiyorum. Bana tokat atanın sesi kulağımın dibinde çınlıyor…
– Sorgun bitip buradan çıkıncaya kadar sana su ve yemek yok… Tabi o da çıkarsan!
Yufka Yürek giriyor devreye.
– Yapmayın arkadaşlar… Bir su verin çocuğa… Bak güzel güzel anlatıyor işte!
Bardağa boşalan su şırıltısını duyuyorum. Elime tutuşturulan bardaktaki suyu bir dikişte boğazıma boca ediyorum.
Birbirinden alakasız sorular devam ediyor. İlkokul öğretmenimin adından tutun askerliğimi nerede yaptığıma, gazetecilikten önce yaptığım işlere, Malatya’dan neden, ne zaman İstanbul’a gittiğime, annemin babamın sağ olup olmadıklarına, alışveriş yaptığım mahallemdeki bakkalın ismine kadar yüzlerce soru makineli tüfek fişeği gibi durmadan geliyor. Ağzımı bir an kapatmaya fırsat bulamıyorum. Karşımdaki üç kişiden biri aniden yine gazeteciliğime dönüyor…
Hayda! Başlıyorum tekrar yaptığım haberleri anlatmaya. Söz dönüp dolaşıp geliyor pazarlık haberine…
– Yayınlamasını kim istemedi bu haberin?
– Genel Yayım Yönetmenimiz Rahmi Turan, Akgün Tekin, Mehmet Türker, Behiç Kılıç… Benim de fikrimi sordular…
Ve tekrar anlamsız alakasız sorular… Tekrar gazetecilik… Tekrar bölgeden götürdüğüm haberler… Tekrar pazarlık haberi… Bir asır geçmiş kadar zaman geçiyor. Açlığı pek hissetmiyorum ama susuzluktan dilim damağıma yapışmış yine. Bir su daha istiyorum, veriyorlar. Göz kapaklarımın yandığını hissediyorum. İki dakika sussalar o sandalye üstünde uyuyacağım…
Odaya biri daha giriyor.
– Dışarı çıkmam lazım, bununla işim var mı?
– Şu an yok İmzacı, diyor Yufka Yürek…
İmzacının ‘bununla işim var mı?’ dediği benim sanırım. Şimdilik kurtuluyorum, sigara ateşi ile vücuduma imza atılmaktan…
Sorgucularımın sayısı bazen ikiye düşüyor bazen bire, sonra tekrar üçe…
Net olarak, ‘şunu neden yaptın’ dedikleri bir şey yok. Ne işlerine yaradığını bilemediğim bilgiler alıyorlar benden. Çalıştığım gazetelerde yaptığım haberleri tekrarlatıp duruyorlar bana. En çok üstünde durdukları haber ise yayınlamadığımız pazarlık haberi… İlgili değillermiş gibi görünseler de o habere sıra geldi mi bir iki ayrıntı almaya çalışıyorlar. Sonra tekrar sorular… Askerlik arkadaşlarımın isimlerini bile tek tek saydırıyorlar bana…
Gözlerimin bağlı olmasına aldırış etmiyorum ama arkadan kelepçeli kollarımın ağrısı dayanılacak gibi değil. Elimin damarlarına giden kanın durduğunu, parmaklarımın uyuştuğunu hissediyorum. Bir iki defa kelepçeyi açmaları için ricada bulunuyorum, cevap bile vermiyorlar. Oturduğum kuru sandalyeden düşmemek için ayaklarımla var gücümle yere basarak destek alıyorum. 1981 yılında başladığım gazetecilik mesleğinde, o güne kadar yaptığım adliye, polis, siyaset, savaş haberlerini tekrar tekrar anlatıp duruyorum. Bir ara cesaretimi toplayıp soruyorum.
– Beni neyle suçluyorsunuz? Öğrenmek istediğiniz nedir? Açıkça sorun cevap vereyim…
Tersliyor beni ince sesli adam; “Biz öğrenmek istediğimizi öğreniriz. Sen sorduklarımıza cevap ver, başka şeye karışma.”
– Al götür bunu yerine…
Konuşan Yufka Yürek. Sesi duyunca dünyalar benim oluyor. O rutubet ve küf kokan soğuk odaya dönmeye bile can atıyorum. Kuru tahta ranzaya kendimi bir atsam, uzanıp derhal uyuyacağım… Sabah beni getiren boğuk sesli adam koluma giriyor. Ayakta zor duruyorum. Tüm ağırlığımı onun koluna vererek adeta sürüne sürüne gidiyoruz bir alt kattaki odaya. Sorgulamanın ilk gününü tek tokatla atlattığıma sevinsem mi, niçin burada olduğuma üzülsem mi duyguları içindeyim…
***
Kapı üzerime kapanınca sağa sola yavaşça hareket ederek duvara dayanıyorum. Tahta ranzayı bulmam zor olmuyor, yüzükoyun uzanıyorum üzerine. Tek istediğim uyumak… Açlık ve soğuk umurumda değil…
O an başlıyor yine yan odamda ‘senfoni’…
Onur kırıcı yalvarmalar… Ana avrat sinkaflı küfürler… Tekme, tokat, sopa sesleri… Canhıraş feryat… Yüzükoyun yattığım yerde ellerim arkamdan kelepçeli, kulaklarımı kapatma imkânım yok. Dikkatimi bu seslere vermemeye çalışarak geçmiş yaşantımdan anıları hatırlamaya çalışıyorum. Çocukluk yıllarım… 12 yaşında ilk İstanbul’a geliş maceram… 1970’li yıllar; sağ-sol olayları ile tanışmam… Rami Yenimahalle’de küçük bir odada tek başıma yaşıyorum… Şiir ve öyküler yazıyorum, bazı dergi ve gazetelerde yayınlanıyor bunlar… Yarım gün çalışarak yarım gün okula giderek sürdürmeye çalıştığım tahsilim… İlk çocukluk aşkım… Varlık-yokluk içinde 1980’lere ulaşan hikâyem… Sonra askerlik. Askerlik dönüşü gazeteciliğe Son Posta gazetesinde başlamam… Sonra Bulvar gazetesine geçişim… Sabah gazetesi, Günaydın, Bugün ve Meydan gazetelerinde geçen günlerim… Bütün hayatım bir film şeridi gibi gelip geçiyor gözümün önünden…
‘Senfoni’ ne zaman bitti farkında değilim. Demir kapının metal gıcırtısı ile başımı istem dışı kaldırıp çeviriyorum. Biraz önce daldığım renkli, aydınlık hayal dünyamdan karanlığa dönüyorum yeniden. Gelen, kurtarıcı meleğim…
Vah vahlar, ah ahhlar içinde yukarıdakilere savurduğu sinkaflı küfürler ile kelepçemi ve gözlerimdeki bağı açıyor.
-Gittiler, diyor…
Yuvarlak şeffaf lambadan süzülen beyaz ışığa gözlerimin alışması için elimi yine uzun süre perde yapıyorum.
İyilik meleğim durmadan konuşuyor. Son cümlesi beynime hançer gibi saplanıyor…
– Ezdiler çocuğu, ezdiler…
– Kimi ezdiler, diyorum.
– Genç bir çocuk, beş gündür sorguda. Bugün çok ezdiler çok, kan işedi çocuk…
Dönüyor bana, inanamamış bir yüz ifadesi var; “Duymadın mı işkence seslerini. Hemen yan odanda askıya aldılar.”
‘Senfoni’den bahsettiğini o an anlıyorum. Rahatlıyorum…
“Suçu ne?” diyorum.
– Bilmiyorum ama beş gündür işkencede. Yahu itiraf et, kurtul işte. Daha dur başına neler gelecek. Direnmenin ne anlamı var değil mi? diyor.
Konuyu değiştirmek istiyorum.
– Bana su getirebilir misin?
-Ahh eşek kafam ahhh, sen açlık ve susuzluktan öldün değil mi? Dur hemen getireyim…
Kapıyı üstüme kapatıp, gidiyor.
Biraz sonra, önceki gece menüsü ile geri dönüyor. Peynir, zeytin, ekmek. Bir kavanoz su… İki üç bardak peş peşe içiyorum sudan, getirdiklerini yiyorum.
İyilik meleğim durmadan konuşuyor yine. Kemik Kıran’ın, İmzacı’nın, Elektrikçi’nin işkence metotlarını saya saya bitiremiyor. “Bu metotlara maruz kalan insanların halini artık sen düşün” diyor…
Gözdağı verdiğinin farkındayım.
Yaptığı iş aslında bana psikolojik işkence…
Gündüz sorgusunun devamı…
O bir tokattı saymazsak, dayak yok ama moralmen çökertmek var…
Bu gece de uzun olacak anlaşılan…
Öyle de oluyor.
Ne zaman şöyle bir uzanıp uyumaya çalışsam dürterek uyandırıyor beni. Her defasında bir bahanesi var ama…
Sabaha kavuşuyoruz böylece…
– Aman ne sorarlarsa doğru cevap ver. Benimde gece sana yardım ettiğimi sakın söyleme, tembihleri ile çıkıp gidiyor. Ellerimi arkadan kelepçeleyip, gözlerimi bağladıktan sonra tabi…
‘iyi polislik’ oynadığını bilmediğimi düşünüyor hala…
***
Yan odamda ‘senfoni’ yine başlıyor.
Bu sefer efekt işkence sesi bir kadının. O kadar kötü bir dublaj ki yapmacık olduğu ayan beyan belli. Fakat işkencecilerin hakkını vermek lazım, çok inandırıcılar…
Dinlememek için yine eski anılarıma dalıyorum.
Ne kadar zaman geçti bilmiyorum…
Bir gün önce ‘ötmeye hazır mısın’ diyen adam gelip götürüyor beni yine.
Aynı sandalyeye oturtuluyorum.
Tokatla başlamıyorlar bu sefer sorguya.
Yufka Yüreklim alıyor ilk sözü. Hiç beklemediğim bir soru…
– Hangi takımı tutuyorsun?
– Galatasaray…
Gülüşmeler…
İnce sesli, artık kimi kastettiyse bilmiyorum; “Bak bu da senin takımından baba”, diyor.
Tekrar gülüşmeler…
Havadan sudan soruların tam ortasında yine dönüyoruz gazeteciliğime. Dün hiç anlatmamışım gibi son dört yıldır yaptığım haberleri tekrar tekrar anlatarak geliyorum son haberime…
– İlginç bir haber, diyorlar…
Pazarlık haberinin öncesini sonrasını detaylarına varıncaya kadar anlattırıyorlar bana bu defa… ‘Devletin PKK ile Pazarlığı’ yazımda anlattığım olayı olduğu gibi anlatıyorum. Pazarlıktan sonra Zaho’dan dönüşte yolda durup Erkin ile birlikte sınırdan girmemeye karar verdiğim anı anlatırken biri araya girip soruyor…
– Neden girmedin?
– Öldürülmekten korktum…
– Kim öldürecekti seni?
– Bilmiyorum…
Haberin yayınlanmama kararı alındığı bölümünü anlatırken biri yine araya giriyor.
– Büyük habermiş, niye yayınlamadılar?
– Ülkemize zararının dokunacağını düşündüler…
– Sen ne düşündün?
– Bende öyle düşündüm…
Bir derginin, yirmi beş milyar teklifini ret etiğim bölümü anlatırken yine biri araya giriyor.
– Manyak mısın? Niye kabul etmedin?
– ilkelerime ters. Para için haberimi satamazdım…
– Peki, ne olacak? O haberi yayınlamayacak mısınız?
– Hayır. Yayınlamayacağız…
Bana dün tokat atan adam avazı çıktığı kadar bağırıyor kulağımın dibinde…
– Ulan hıyar! Niye geldin peki o pazarlığa konu olan yeri araştırmaya…
– Behiç müdürüm merak etti çalışma başlamış mı diye…
Birkaç okkalı küfür daha sallıyor adamım bana…
Sonra tekrar dönüyorlar saçma sapan sorulara… Sorunun birine tam cevap vermeden başka bir soru geliyor. Kendimi, Erkan Yolaç’ın sunduğu meşhur, ‘Evet mi? Hayır mı?’ yarışma programında hissediyorum. Yarım kalıyor hep cevaplarım. Bir tek, pazarlık haberim ile ilgili sorularına verdiğim cevapları bölmüyorlar. Şifreyi ilk sorgu günümde çözmüşüm aslında. Tek merak ettikleri, pazarlık haberinin akıbeti. Neden yayınlanmadı daha?
Üç dört defa su içmeme izin veriyorlar bugün. Dünkü kadar dilim damağıma yapışmıyor.
Bugün ayrıca sorgumun yapıldığı zaman içinde, kurtarıcı meleğimin daha önce kulağıma üflediği lakapları sıkça duyuyorum.
Bir ara; “Arkadaş için bana ihtiyaç var mı?” diye bir ses geliyor.
Yufka Yüreklim; “Yok Kemik Kıran” diyor…
Bir süre sonra; “Bunu aşağı alacak mıyız?” diyor başka ses.
Yufka Yüreklim; “Şimdilik gerek yok Elektrikçi” diyor…

Sorular… Sorular… Sorular… Sanırım bütün şeceremi ezberlediler…
Ve nihayet, “Al götür bunu” sesini duyuyorum.
‘Ötmeye hazır mısın’ diyen adamım, bitkin bedenimi adeta sürükleyerek götürüp odaya atıyor.
Önce duvarı bulup sonra sürüne sürüne tahta ranzaya gidip boş bir çuval gibi atıyorum kendimi üstüne…
***
Sızmışım…
Kurtarıcı meleğimin odaya ne zaman geldiğini duymamışım bile.
Dürtülüp uyandırıldığım zaman, bileklerimdeki kelepçenin çıkarıldığını, gözlerimdeki bağın açılmış olduğunu fark ediyorum. Peynir, zeytin, ekmek, çay ve sudan oluşan menümü bile getirmişti. Bu gece işkence hikâyeleri de anlatmadı bana. Memleket meseleleri üzerine sohbet ettik. Çok uzun süre durmadı zaten.
– Sen biraz uyu, ben yine gelirim, dedi.
Ellerimi kelepçelemeden, gözlerimi bağlamadan gitti…
Beyaz ışık gözlerimi yakıyor. Düğmesi oda dışında olduğu için kapatamıyorum. Tahta ranzaya uzanıp kolumu yüzüme kapatarak duvara dönüyorum. Soğuk ve rutubet uzun süre uyutmuyor beni. Sabaha karşı biraz dalmışım. İyilik meleğim gelip beni tekrar uyandırdığı zaman kaskatı kesilmiş bir durumda kalkıp oturuyorum. Vücudumun ağrımayan hiçbir yeri yok. Getirdiği büyük çay bardağını iki elimle kavrayıp adeta içerek bitiriyorum. İçimin ısındığını hissediyorum.
– Kusura bakma, birazdan gelirler gitmem lazım, diyor kurtarıcı meleğim.
Ellerim kelepçelenip gözlerim yeniden bağlanıyor. Zifiri karanlığa tekrar giriyorum. Oturup bekliyorum. Bugün daha güçlü hissediyorum kendimi.
Soru yağmuruna hazırım…
***
Çok uzun bir zaman geçiyor, gelen giden yok…
‘Senfoni’ de başlamadı bugün.
Korkunç bir sessizlik…
Bir kitapta okumuştum; “En büyük gürültü, sessizliktir” diyordu yazar.
Haklıymış. Beynimdeki sorular davul sesi gibi gümbürdüyor. İçinde bulunduğum durumun vahametini azaltmak için kendimce geliştirdiğim yönteme başvuruyorum. Geçmişe dönüp, eski anıları gözümde canlandırmak… Yine öyle yapıyorum…
Nihayet kapının süngüsü çekilip açılıyor. Odaya giren ayak sesini duyuyorum. Biri hiç konuşmadan koluma girip kapıya doğru yürütüyor. Yine sorguya götürüldüğümü düşünüyorum ama birinci merdiveni, ikinciyi ve üçüncüyü de çıkıyoruz.
Dışarıdayız. Yağmur yağıyor. Bir arabanın kapısı açılıp içine konuluyorum. Sağıma ve soluma yine birer kişi oturuyor. Raylı demir kapının ağır ağır açılan metal sesini duyuyorum. Araç hareket edip şehrin trafik gürültüsüne karışıyor.
Dayanamayıp soruyorum; “Nereye gidiyoruz?” Kimse cevap vermiyor.
Bir süre sonra trafik gürültüsü azalıyor. Arabanın hızından bir anayoldan gittiğimizi anlıyorum. Yağmur hızını artırmış olmalı. Son hızında dönen sileceklerin lastikleri bana, çok eskiden plakları koyup dinlediğimiz antika pikapları hatırlatıyor. İğnesi bozulan plak çalar nasıl ses çıkarıyorsa, aracın lastiği eskimiş sileceği de şimdi ona benzer ses çıkarıyor. Cıııssss.… Cıııısssss… Cıııııssssss…
***
Uzun bir süre yol aldıktan sonra araba birden yavaşlıyor. Durma noktasına gelince sağa manevra yapıp, taşlı topraklı bir yola girerek ağır ağır ilerliyor. Yüreğimden bir şeylerin koptuğunu, damarlarımdan kanımın çekildiğini hissediyorum. Dizlerimin bağı çözülüyor adeta…
– Eyvahhh! Diyorum içimden…
Tamam, buraya kadarmış hayat hikâyem…
Kesin, ıssız bir yerde beni infaza götürüyor bunlar. Düşüncemi söylüyorum…
– Öldürmeye mi götürüyorsanız beni?
Ses yok…
O an aklıma gelen ne varsa sormaya başlıyorum…
Dilim otomatiğe bağlanmış, anlamlı anlamsız durmadan konuşuyorum…
Kimseden ses yok…
Bir süre sonra araç duruyor. Son bir umut olarak şunu söylüyorum.
– Bakın, yolumu bekleyen sevdiklerim var… Çocuklarım var… Müsaade edin bari onlara birkaç satır veda yazayım…
Yine çıt yok…
Arabadan indirilerek birkaç adım öteye götürülüyorum. Her iki kolumda birer adam var. Biri başlıyor konuşmaya. İlk defa duyduğum tiz bir ses. Beni sorgulayanlar arasından değil…
– Şimdi kelepçelerini çıkarıyorum ama sakın gözlerini açma!
Kulaklarıma eğilip fısıldıyor.
– Biz aç deyinceye kadar sakın açma!
– Tamam, açmam. Diyorum, duyulur duyulmaz bir sesle…
Kelepçem çıkarılıyor. Uzaklaşan ayak seslerini duyuyorum.
Gök delinmişçesine yağmur yağıyor. Başıma kova ile su döküyorlar sanki. Ayakta fazla duramıyorum, çömeliyorum olduğum yere. Kafama sıkılacak kurşunu bekliyorum artık. Vuracaklarsa yerde vursunlar… O an bütün hayatım gözlerimin önünden film şeridi gibi geçiyor. Neler hatırlamıyorum neler? Anıların biri gidiyor biri geliyor… Öldürülmem sonrasını bile düşünüyorum. Cenazemi acaba yakınlarım bulabilecekler mi? Bir mezarım olacak mı? En çok kim üzülür öldüğüme? Allak bullak olmuş duygularım. Normal bir zamanda insanın ‘deli saçması’ sayacağı düşünceler içindeyim…
***
Vücuduma saplanacak kurşunları beklerken ne kadar zaman geçti, bilmiyorum. Çömeldiğim yerde öyle duruyorum. Bir an düşüncelerden sıyrılıp toparlanıyorum. Etrafı dinliyorum. Yağmurun ve aracın çalışan motorundan gelen sesinden başka ses yok… Biraz daha bekliyorum. Dikkatimi tamamen kulaklarıma verip tekrar ortam dinlemesi yapıyorum. Hızlanan nefesimden çıkan hıı hııı hıııııı’ları saymazsam, yağmur ve çalışan araç sesi dışında çıt yok…
Gözlerimi açmaya karar veriyorum. Vururlarsa da vursunlar. Umurumda değil artık… İki elimle gözlerimdeki bağı yukarı doğru sıyırıp çıkarıyorum. O anda güçlü bir ışık gözlerime vurup, kamaştırıyor. Elimi siper ediyorum. Az ilerde motoru çalışan aracın uzun farlarından gelen ışık bu. ‘Gözlerini niye açtın?’ diyen bir ses bekliyorum, gelmiyor. Etrafım boş bir arazi. Gecenin karanlığı içinde uzakları göremiyorum. Kısa bir tereddüt geçiriyorum. Arabaya doğru yürüyorum. Yanına varınca şaşkınlığım daha da artıyor. Kiraladığım araç bu… Sağa sola ve aracın içine bakıyorum, kimse yok… Beni vurmadan gittiklerine göre serbestim demek… Biniyorum arabaya. Nasıl bir güvence sağlayacaksa artık, hiç düşünmeden ilk aklıma gelen kapıların kapama düğmesine basmak oluyor. Işıklı panoda saat 22.20’yi gösteriyor. Manevra yapıp dönüyorum. Yağmurun çamurlaştırdığı toprak yoldan yeni gitmiş araç izi net görünüyor. Hala serbest bırakıldığıma inanamıyorum. ‘Ha burada, ha şurada önümü kesecekler yeniden’ diye diye anayola ulaşıyorum. Duruyorum. Sağa mı gideyim sola mı? Nerede olduğumu bilmiyorum çünkü. Ani bir kararla sağa dönüyorum. Anayoldan son sürat gidiyorum. Biraz sonra ilerde bir tabela görünüyor. Yaklaşınca okuyorum: SİLVAN… Diyarbakır’ın ilçesi…
***
Silvan’ın girişinde bir petrol bayisi var, oraya giriyorum. Sırılsıklam ve saçı sakalı birbirine karışmış halimi gören çalışan ürkerek bakıyor bana. “Acil telefon etmem lazım” diyorum. Yardım edip etmeme konusunda kuşku içinde adam. Durumu izah ediyorum; “Bak kardeş gazeteciyim. Başıma bir iş geldi. Gazetemi aramam lazım” diyorum acele ile… Büro kısmına götürüyor beni. Gazetenin numarasını söylüyorum, çeviriyor. Gece nöbetçisi arkadaş çıkıyor karşıma… Sesimi duyunca hayret ve şaşkınlık içinde; “Bahri abi sen misin?” diye soruyor inanmayan bir sesle. Fazla detaya girmeden benzinliğin telefonunu veriyorum; “Behiç abiyi ara, beni arasın” diyorum. İki dakika sonra telefon çalıyor. Ahizeyi kaldırıp daha ‘abi’ der demez, titreyen ağlamaklı sesi doluyor kulağıma. O sert görünüşlü mizacı altında koca adamın yufka yüreği dökülüyor ortaya; “Neredesin oğlum, kaç gündür aramadık yer bırakmadık, neredesin?” Kısaca anlatıyorum durumu, “Şimdi Silvan’dayım” diyorum. Bir an susuyor. O da bölgeyi çok iyi bilen biri. “Orada kalacak yer bulamazsın, Diyarbakır’a gelebilir misin?” “Gelirim” diyorum. “Otele gelince tekrar ara beni” diyor. Kapatıyoruz telefonu…
***
Dönüyorum Diyarbakır yönüne. Yağmur hızını azaltmış biraz. Serbest bırakıldığıma göre artık gözaltına alınma korkum yok. Gideceğim yol normal şartlarda bir saat yirmi dakika çeker… Gece saat bir gibi Demir otele giriş yapıyorum. Cizre’deki Kadoğlu gibi Diyarbakır’daki Demir Otel’de biz gazetecilerin Güney Doğu’daki ikinci adresi gibi. Resepsiyondaki genç arkadaş tanıyor beni. Hortlak görmüş gibi bakıyor bana. “Abi, kaç gündür gazeten ‘muhabirimiz kayıp’ diye yayın yapıyor. Burayı bile arayıp sordular, geldi mi diye.”
Rahmetli Behiç abinin ev telefonunu veriyorum, bağlıyor hemen…
– Sabah ilk uçağa biletini aldırdım. Sen şimdi dinlen, yarın gazetede görüşürüz, diyor.
Arabama bırakılan çantamı ve özel eşyalarımı alıp odaya çıkıyorum. Sıcak bir duş alıp derin bir uykuya dalıyorum…
İstanbul’a vardığımda ulaştırmanın gönderdiği araca binip doğru gazeteye gidiyorum.
Gözaltına alındığım ilk günün akşamında, otele dönmediğimi öğrenen rahmetli Behiç Kılıç’ın ve bazı gazeteci arkadaşlarımın seferber olduğunu öğreniyorum. Meydan gazetesi iki gün üst üstte, ‘Muhabirimiz Kayıp’ diye haber yapıyor. OHAL Valiliğine yeni gelen Ünal Erkan aranıyor… MİT, Emniyet Müdürlüğü, Özel Harekât Daire Başkanlığı ve diğer İstihbarat birimlerine soruluyor. Hiçbir yerde izime rastlanmıyor…
Daha sonra sürdürdüğümüz araştırmalarda, kuşkularımız ‘bir birim’ üstünde yoğunlaşsa da kesin ve doğru bilgiye hiçbir zaman ulaşamıyoruz…
***
Rahmetli Behiç Kılıç, 9, 10 ve 11 Nisan 1992 tarihlerinde Meydan gazetesindeki köşesinde pazarlık haberini konu ederek, bir bölümünde şöyle yazacaktı.
“Erkin Erbay’ı tekrar bulmak için muhabir arkadaşım Bahri Kayaoğlu bölgeye gitmişti… Pazarlık sonucunu ve parayı götürüp götürmediğini öğrenecekti… Dört gün gözaltında kaldıktan sonra bölgeden uzaklaşması için “kibarca” (!) uyarıldı”

O yazıdaki ‘kibarca uyarılmam’ (!) yukarıda okuduğunuz bu gözaltı hikayemdi işte…

Bahri Kayaoğlu