Zaferin ardından
“En mutlu Türkler, Atatürk yaşarken ölen Türklerdir”
Falih Rıfkı Atay bu sözünü ‘’Ömrümüzün ve Türk tarihinin en acı yasını tutmak şanssızlığı çok yazık ki bize düştü’’ diye açıklayarak, Atatürk’ün ölümünde duyduğu büyük acıyı dile getiriyordu.
79 yıldır bu acı katlanarak yaşanıyor. Bu yas da , her geçen yıl yüreklerden asla silinmeyen o büyük acıya, yumak gibi sarılarak tutuluyor. 946 yıl önce, 26 Ağustos 1071’de, Bizans İmparatoru IV. Romen Diyojen’i Malazgirt’te yenerek, Türklere Anadolu’nun kapılarında kesin zafer sağlayan Selçuklu Hükümdarı Alparslan için düzenlenen törene, Cumhurbaşkanının söylemi ile 50 bin kişi katılıyorsa, 30 Ağustos 1922’de Türk yurdunda düşman hakimiyetine son veren Mustafa Kemal Atatürk’ü, minnet ve sevgi bağları daha da güçlenerek, 79 milyon kişi anıyor ve arıyor.
26 Ağustos 1922’de kazanılan zaferden sonra Dumlupınar’daki konuşmasında, büyük zaferi mümkün kılan en büyük gücü, Türk milletinin hâkimiyetini kayıtsız ve şartsız eline almış olmasına bağlayan Mustafa Kemal Paşa, bunun hem Türk, hem de dünya tarihinde çok büyük ve feyizli bir inkılâp olduğuna dikkat çekerek şunları söylüyor:
“Efendiler, hâkimiyeti milliye öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yıkılır, yanar, mahvolur. Milletlerin esareti üzerine kurulmuş müesseseler her tarafta yıkılmaya mahkûmdurlar”
Atatürk büyük nutkunda, 30 Ağustos zaferi için düşüncesini de şöyle açıklıyor:
“Her safhasıyla düşünülmüş, ihzar, idare ve zaferle intaç edilmiş olan bu harekât, Türk ordusunun, Türk zabitan ve kumanda heyetinin, yüksek kudret ve kahramanlığını tarihte bir daha tespit eden muazzam bir eserdir. Bu eser, Türk milletinin hürriyet ve istiklal fikrinin lâyemut abidesidir.”
Atatürk ayrıca zaferin, millete dayanmayan makamları yıktığına, söz konusu makam sahiplerinin Türk vatanından çıkarılmalarının, düşmanların denize dökülmesinden daha önemli olduğuna değinerek ‘’Milletin bu topraklarda tam manasıyla efendi olarak yaşaması, ancak fuzuli ve bîmâna olduktan başka, mevcudiyeti mahzı zarar ve felaket olan makamların bertaraf edilmesiyle mümkündür.’’diyor. Türkiye’nin mevcut harap halinin nedenini ise, Türkiye’yi yönetenlerin, Türkiye’den başka her şeyi düşünmelerinden kaynaklandığına işaret eden Atatürk, milletin çektiği zararları telafi etmenin ancak Türkiye’de, Türkiye’den başka bir şey düşünmemek ile mümkün olabileceğini, selamet ve saadet hedeflerine böyle ulaşılabileceğinin altını çiziyor.
O nedenle bu sözlerin sahibi Atatürk’ü sevmek demek, onu her türlü bilmek demek. Ne yaptığına bakmak, aralıksız savaşmaktan genç nüfusunun neredeyse tamamını kaybetmiş bir milletten, yepyeni bir ordu yaratmak, içten ve dıştan gelen düşmanların karşısında sapasağlam ayakta durabilmek, silahsız, ümitsiz, yüzü gülmeyi unutmuş genç çocuklara savaşmayı emredebilmek demek . Bu yüzden Atatürk, tarih kitaplarının yazdığından çok daha ilerde bir önderdi.
1996 yılında Türkiye’yi ziyaret eden Küba’nın lideri Fidel Castro, Atatürk posterinin önünde basın toplantısı düzenledikten sonra, Atatürk’e karşı duyduğu hisleri şöyle dile getirdi:
‘’Kendinize başka bir önder aramayın’’
Peki Atatürk, yaşam çerçevesi içinde nasıl bir insandı ?’’ sorusuna hala cevap arayanları da bilgilendirmek gerekiyor. Bu sorunun muhataplarına, ona yakınlığı ile bilinenlerin anlattıkları ışık tutuyor. Özellikle insana bakış açısı, TBMM’de 3’ncü dönem Kırşehir ve Ankara Millet Vekilliği ile Ankara Valiliği yapan Yahya Galip Kargı’nın, anlattığı bir anısında ortaya çıkıyor.
‘’Büyük zaferden sonra Ankara’ya trenle avdet eden Muzaffer Başkumandanı, Ankara Valisi olarak büyük bir heyetle Beylik Köprü’de, Beylik Ahır istasyonunda karşılamıştık. Gecenin ilerlemiş bir saati idi. Onunla aynı trenle Ankara’ya dönüyorduk. Mustafa Kemal Paşa bizimle mülakatı müteakip, istirahata çekildi. Ben ise, kendisini görüp ellerine sarılmak istiyordum. Onun vagonuna doğru yürüdüm. Baktım kompartımanın penceresini ayna yapmış yaveri Salih Bozok, tıraş oluyordu. Bozok pek seviştiğim, teklifsiz görüştüğüm bir insandı. Hemen sordum
-Paşa’dan ne haber?.
-Uyuyor.
İstemeyerek kompartımanıma döndüm.
Bir süre sonra dayanamayıp tekrar Bozok’un yanına gittim.
-Hala kalkmadı yahu?..
Bozok kızdı:
-Kalkmadı dedik ya
10 dakika kadar ancak sabredebildim. Bozok’un yanına yavaşça yine sokuldum. Aynı soruyu sormama fırsat vermedi:
-Kalkmadıııııı……
-Ne bağırıyorsun canım
-Bağırırım elbette. Kalkmadı dedik, kalkmadı işte..
Tam o sırada yandaki kompartımandan Atatürk seslendi:
-Buyurun beyefendi. Yalnız giyinemedim henüz.
Sabırsızlığımın esiri olup:
-Büsbütün çıplak değilsiniz herhalde?..
-Hayır, ceketsizim.
-Zararı yok öyleyse.
Kapıyı açıp içeri girdim. Ayağında pantolon, sırtında gömleği ile oturuyordu. Tıraşı uzamış, yüzüne gecenin yorgunluğu çökmüştü. Gömleğinin yakasını atkısı boyamıştı. Söze Atatürk girdi:
-Uyuyamadım. Yastık, battaniye koymamışlar. Koluma dayandım, ağrıdı. Setremi yastık yapayım dedim, üşüdüm. Mecburen kalktım.
-Peki ama paşam, neden haber vermediniz?
Gülümseyerek cevap verdi:
-Hepsi de benim kadar uykusuzdu. Rahatsız etmek istemedim.
Atatürk’ün Yaveri Salih Bozok, zaferin hemen sonrasında Atatürk’ün siyasi bakışını, tanık olduğu bir olayla şöyle anlatıyor:
‘’Kasım 1922 yılının 17’sinde, Ankara Öğretmenler Birliği genel bir toplantı yaptı. Ankara devlet merkezi olduğuna göre, Ankara’nın Öğretmenler Birliğinin de genel merkezi olmasına karar verildi. Kadın inkilabı henüz yapılmamıştı. O sebepten kadınların toplantılara geldikleri pek görülmüyordu. O gün toplantıya kadın öğretmenlerden 3 kişi gelmiş, ön sıraya oturmuşlardı. Geride kalan öğretmenlerle onlar arasındaki sıralardan bir kaçı boş bırakılmıştı. Ertesi gün meclisteki sarıklı mebuslar köpürdüler. Bu hareketi dinsizlik, ahlaksızlık, küstahlık saydılar, Atatürk’e şikayet ettiler. Atatürk onları dikkatle dinledi. Sonra fena halde kızmış göründü. Yanındaki bir vekile:
-Öğretmenler Birliği Reisi kimdir?
-Mazhar Müfit’tir Paşam.
-Çağırın gelsin.
Sarıklı hocalar pek memnun görünüyordu. Biraz sonra Mazhar Müfit gelince, sarıklı hocaların kimi ayağa kalkarak, kimi de Atatürk’e daha da yaklaşarak, neticeyi çözmeye çalışıyordu. Atatürk Mazhar Müfit’e çıkışarak:
-Siz öğretmenler toplantısında ne yapmışsınız?..Bu ne ayıp şey!.
Atatürk’ün ileri düşünüşlü bir insan olduğunu, ancak hocaların şikayetlerini dinlediğini öğrenen Mazhar Müfit, dudakları titreyerek:
-Efendim yemin ederim ki…
-Bırak bırak hepsini biliyorum. Toplantıya kadın öğretmenleri de çağırtmışsınız.
Hocalar, medeniyete karşı zafer kazandıklarından emin, bir kısmı birbirlerini gururla tebrik ederken, bir kısmı da birbirleri ile kucaklaşıyordu. Ancak diğer mebuslar, Atatürk’ün öyle konuşacağına ihtimal vermediklerinden, donup kalmışlardı. Mazhar Müfit’e bakarak Atatürk devam etti:
-Fakat bu hanım öğretmenleri neden ayrı sıralarda oturtunuz? Siz kendinize mi güveniyorsunuz?. Yoksa Türk kadınının faziletine mi?. Bir daha bu gibi toplantılarda böyle ayrılık görmeyeyim. Anlaşıldı mı?
Hocaların başından aşağı sanki kaynar sular dökülmüştü. Süklüm-püklüm, birer ikişer meclis salonundan çıktılar.
Kazım Karabekir Paşa, istiklal savaşına yakın aylarda, Atatürk’ün tavrını eleştirenlerden oluşan ve Ankara’dan gelen bir gurup ile arasında geçen bir diyaloga anılarında yer verdi. Muhalif gurup soruyor, Atatürk’te kararlı ve azimli bir tavırla beklemeden cevap veriyordu:
-Böyle bir savaş bizim için nasıl mümkün olur? Ordu bile yok.
-Yapılır
-İyi amma bunun için para lazım. O da yok.
-Bulunur.
-Diyelim ki bulduk. Düşmanlarımız hem fazla, hem de çok
-Yenilir
Yeni Fikir gazetesinin Yazı İşleri Müdürü Bursalı yazar Rıza Ruşen Yücer, Cumhuriyet’in de muhabirliğini yapıyordu. Hatıralar adlı kitabında Atatürk’ün Çanakkale’de göğsünün sol üst cebindeki saate isabet eden kurşunun gerçek hikayesini, bir subaydan şu şekilde dinlediğini yazdı .
‘’Atatürk’e ait meşhur bir saat hikayesi vardır. Çanakkale’de siperleri gezerken, sol üst göğsünün cebindeki saate bir kurşun isabet etmişti. Bu olayın birkaç türlüsünü dinlemiştim. Fakat şimdi anlatacağım değişik şeklini, bir izci kafilesini Çanakkale harp sahasını gezmeye götürdüğümüzde, bize kılavuzluk yapan bir jandarma yüzbaşısından, tam olayın geçtiği ‘’Kemal Yeri’’nde dinledim. Yüzbaşı şöyle anlatıyordu:
Çanakkale kahramanı Mustafa Kemal, Koca Çimentepenin ön kesimindeki dalgalı sırtlara kadar ilerledi. Burada bir gözetleme müfrezesi vazife görüyordu. Kemal Paşa müfreze komutanı teğmenin yanına eğilerek gelip sokuldu:
-Yakında düşman var mı?
– Hayır paşam yoktur.
Mustafa Kemal bu teminat üzerine ayağa kalktı, dürbünü ile ileriye bakmaya başladı. İşte tam bu sırada birkaç tüfek birden patladı. Kurşunlardan biri Mustafa Kemal’in göğsüne isabet etti. Kurşun bahtiyar bir tesadüfle, göğüs cebindeki saate çarpıp parçalandı. Mustafa Kemal haklı bir hiddetle teğmene çıkıştı:
-Hani düşman yoktu?.
Takım komutanı Anafartalar kahramanına aldırmadı bile.. Erlerine dönüp, ‘’Süngü tak.. Hücuuuum’’emrini verdi. Yere yatmış takım, bir anda zemberek gibi boşaldı. Allah Allah nidalarıyla silahın atıldığı sipere doğru hücum etti. Arazinin engebeli oluşundan faydalanarak gizlice yaklaşan düşman mangasını tepeleyip geçtiler. Sonra da geri dönüp siperdeki yerlerini aldılar. Mustafa Kemal’in gözleri yaşarmıştı. Yattığı yerden bu manzarayı gururla seyretti.
Kılıç Ali’nin de Atatürk’e ait onca hatıraları arasında, aklına geldikçe güldüğünü söylediği bir anısı var:
‘’Yalova’nın ilk zamanları idi. Atatürk kaplıcaya teşrif edeceği gün, yol üzerinde tertibat alınmış, kimse geçirilmiyordu. Yarı yolda Atatürk’ün otomobili bozulunca aşağı indi ve beraberindeki zevata dönerek :
-Bari biraz yürüyelim. Otomobil tamir ediliyor, arkadan gelir.
Yürürken bir yerde eli silahlı bir jandarma önlerini kesti:
‘’Yasssaktır. Geçemen!
Atatürk sordu:
-Niçin yasak?
-Gazi geççek de ondan..
Atatürk askere biraz daha yaklaştı
-Ben gaziye benziyor muyum?
Jandarma dikkatle baktıktan sonra, elindeki düdüğü birkaç defa öttürdü
Atatürk sebebini sorunca:
-Benzemeğe biraz benziyon ama, onbaşıyı çağrıdım, bir de o baksın!..
‘’2 Kasım 1927 den 11 Kasım 1938 tarihine kadar İçişleri Bakanlığı, bir dönemde Dış İşleri Bakan Vekilliği yapan Şükrü Kaya, Dolmabahçe sarayında sofra toplantısındaki tartışmayı anıları içine not etmiş.
‘’Dr. Reşit Galip, karakteri ve devrimciliğinden ödün vermeyen bir adamdı. 1931 sonbaharında bir gece Dolmabahçe’deki Atatürk’ün sofrasında Reşit Galip söz alarak, Milli Eğitim Bakanı Esat Bey’i sert bir dille eleştirip, gericilikle suçluyordu. Sofranın tadı-tuzu kalmamıştı. Atatürk, sakin bir sesle:
-Esat Bey benim hocamdır. Hocam hakkında böyle konuşmayınız. Yoruldunuz. Sofradan kalkıp biraz istirahata çekiliniz.
Buna rağmen Reşit Galip tereddütsüz devam etti:
-“Burası sizin değil, milletin sofrasıdır. Milletin işlerini görüşüyoruz. Burada oturmak sizin kadar, benim de hakkımdır. Vakıa biz saraydayız ama, hocanız hacei Sultani değildir. Cumhuriyette tenkit serbestir.
Atatürk münakaşanın daha uzamaması için ayağa kalkar, sofra davetlilerine:
-O halde müsaadenizle ben kalkayım
Ortalık buz gibi olur ve Atatürk’ten sonra sofradaki heyet de Reşit Galip’i orada bırakıp çıkarlar.
Reşit Galip bütün geceyi Dolmabahçe Sarayı’nda pencere kenarındaki bir koltukta geçirir. Atatürk uyandığında Genel Sekreteri’ne Reşit Galip’i sorar.
-“Sabaha kadar bekledi, mahcubiyetini size iletmemizi istedi. Ankara’ya gidecek kadar borç para istedi. 25 lira verdik” derler.
Atatürk:
-Ankara’ya gidecek adama 25 lira mı verilir?. Bari benim hesabımdan birkaç yüz lira verseydiniz. Cebinde beş parası yok ama karakterinden hiç taviz vermiyor. Parası yok ama cesareti var”
8 ay sonra 1932 yılında, 39 yaşındaki Reşit Galip Milli Eğitim Bakanlığı’na atandı.
Cemil Özyıldırım